SEYYİD: Arapça, efendi, bey demektir. Hz. Peygamber Efendimizin (s) torunu. Hz. Hüseyin (r)'in soyundan gelenlere seyyid; Hz. Hasan (r)'m soyundan gelenlere de, şerif denir.
Ey hâme-i nakış, beyan başla dua-yı seyyide, İt sen de sarf-ı iktidar, durma sena-yı seyyide. Lâ-edrî
SEZAİYYE: Hasan Sezai Efendi (ö. 1151/1738) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup Gülşeniyye-i Halvetiyye'nin kollarındandır.
SIDDÎK: Arapça, işi ve sözü doğru, çok doğru olan kişiye denilir, içi aydın olması ve Hz. Resullah (s)'a ilgisinin ileri seviyede bulunuşu sebebiyle, Hz. Peygamber (s)'e her geleni ilmen, kavlen ve amelen doğrulamakta kemâle eren kişiye sıddîk denilir. Bu nedenle Allah nebilerle sıddıkların arasını açmamıştır. "Onlar, üzerlerine Allah'ın nimet bahşettiği nebi, sıddîk, şehid ve salihlerdendirler" (Nisa/69). Hadis-i şerif: "Ben ve Ebû Bekir iki rehin at gibiyiz. O beni geçseydi, Ben ona inanırdım. Ben onu geçtim, o bana inandı". Diliyle söylediğini, kalbiyle ameliyle, eksiksiz tahakkuk ettiren kişi, sıddîk, Hz. Ebu Bekir (r)'dir. Vasıtî bu hususta şöyle der: "Bu ümmetin içinde, sûfiyyenin dilini ilk kullanan kişi, Hz. Ebû Bekir (r)'dir".
SIDDIKIYYE: Arapça, tam doğruluk demektir. Bu, velayet derecelerinin en yücesi olup, nübüvvet derecesinin altındadır. Nübüvvet ile arasında vasıta yoktur. Sıddıkiyyeti, geçen, nübüvvete ulaşır. Sıddıkıyyet, bir temele dayanır: İslâm, iman, ihsan, şehâdet, ma'rifet. Sonuncusu, "kendini bilen Rabbini bilir" makamının hakikatmdan ibarettir. Marifetin üç hazreti vardır: Hazret-i İlme'l-Yakîn, Hazret-i Ayne'l-Yakin, Hazret-i Hakka'l-Yakîn. Sıddıkın bu üç hazreti geçmekde alâmeti, gaybe'l-vücûdun kendisine meşhed olmasıdır. Bu durum sıddîk, yakin nuruyla, Hakk'ın mahlukatın gözünden gizlenen sırlarını görür.
SIDK: Arapça, doğruluk demektir. Sır ve aleniyyenin (içte olanla, dışta olanın) eşit olması. "Olduğun gibi görün, veya göründüğün gibi ol" vecizesinde anlatılmak istenen husus, Mü'minin imanında sıdkı kadar, kâfirin de küfürde sıdkı, şahsiyetteki dengenin göstergesidir. Sâlikin söz ve işinde sıdkı ön planda tutmayı alışkanlık hâline getirmesi ve bu hâlini devam ettirmesi, onu sıddıklar zümresine dahil eder. Sıdk halinin devamlı, olmasını, Nakşî Meşayıhından Hâce Yakub Çerhî Hazretleri, "bir iğneyi yere dikmek ve ayağın başparmağıyla o'nun üzerinde durmak" diye tanımlar. Sıdk, iç ve dışta, Allah ile beraberliği, istikamet (Şeriata bağlı olmak) üzere muhafaza etmekle -olur. Bu istikametin sağlanması, Allah'ı, sürekli kalpde muhafaza etmek, O'ndan başka şeyleri hatıra getirmemekle mümkün olur. Cürcânî'ye göre, yalanın kurtarabileceği durumdaki kişi, o halde bile doğruyu söyler. Kuşeyrî de, sıdkı, "hallerinden leke, inancında şüphe, amelinde ayıp olmamasıdır" şeklinde tanımlar. Konuyla ilgili olarak, "Sıdkını bütün tut" şeklinde tasavvuf? bir öğüt vardır. Bu öğüt, "gördüğü şeyleri iyiye yormak, kalbi bulanmamak, tarikatta doğru olmak" şeklinde açıklanır. Sıdk sahibi olmanın yollarından biri de, "Sıdk sahipleriyle beraber olmanızdır" (Tevbe/119). Hakim Tirmîzî, sıdkı, ikiye ayırır. Birincisi, marifetin dallarından sayılan adi özelliğine girmiş ahlakî ve aklî sıdk olup, ikincisi de içtimaîdir.
SIDKU'N-NUR: Arapça, nurun doğruluğu demektir. Kendisinden sonra perdelenme bulunmayan keşfe, sıdku'n-nûr denilir. Yağmur yağdıran yıldırıma benzer, ki buna "Sâdık" adı verilir. Yağmur yoksa "kâzib" denir. Keşf geldikten sonra, perdelenmeye maruz kalan sâlikin hali, karışıktır. Nur vasıtası ile, keşfi, cem' makamına ulaşırsa, buna sıdku'n-nur denir, zira, bu nurdan sonra, gizlenme ve perdelenme hâli yoktur.
SIFAT: Arapça, özellik, nitelik, vasıf kalite gibi anlamlan olan bir kelime, mevsûftan ayrılmayan şeye sıfat denir. Bir şeyde sıfat bulunmadan, ona vasıflanmış (mevsûf) denmez, iki türlü sıfat vardır. 1) Sıfat-ı Fadaliyye: Hayat gibi zata ait sıfatlar onun dışındakilere ait sıfatlar. 2) Sıfat-ı Fâdiliyye: Kerem gibi hem zat, hem de İlâhî sıfatlar için asıl olanı "Rahman" sıfatıdır. Zira bu sıfat, şümul ve alanı bakımından Allah isminin mukabilindendir. İkisi arasındaki fark; Rahman'ın umumu ile birlikte vasfiyye'nin zuhur yeriyken, Allah, ismiyye'nin zuhur yeridir.
SIFÂT-I CEMÂLİYYE: Arapça, güzelliğe ait özellikler, nitelikler demektir. Lütuf ve merhametle ilgili özellikler.
SIFAT-I İLÂHİYYE : Arapça, İlâhî sıfatlar demektir. Rıza, rahmet, gazab gibi, kendilerini ve Zıdlarını Hakk'a nisbet etmek caiz olan sıfatlara, sıfat-ı İlâhiyye denir.
SIFAT-I SÜBÛTİYYE: Allah'a nisbet edilen hayat, ilim, semi, basar, irâde, kudret, kelam, tekvin, gibi sıfatlar.
SIFAT-I ZATİYYE: Arapça, zatî sıfatlar demektir. Kudret, azamet, izzet gibi Hak Ta'alâ'ya izafe edilen ve zıddı caiz olmayan nitelikler.
SIR: Çoğulu esrar ve sirar olup, Arapça sır, gizli şey, kök, kıymetli, vadinin orta yeri, asıl, nikâh, birşeyin halisi, efdali, gibi anlamlan ihtiva eden bir kelime. Sır, kalpte bulunan Rabbânî bir latifedir. Ruh sevginin, kalp marifetin, sır da müşahedenin mahallidir. Ruhanî bir nur olup, nefs'in haletidir.Sır olmaksızın nefs, iş yapmaktan aciz kalır. Nefs'in beraberinde, sırrın himmeti olmazsa, bir fayda elde edilmez. Sırra, kalbin bir buududur diyenler olduğu gibi, ruh'tur veya ruhtan daha yüce ve daha latif bir ruh buududur, diyenler de vardır. Mevlevîlikte sır, ıstılah olarak şu anlamda kullanılır: Dede'nin hücresinin pencere perdesi kapalı ise, bu onun içeride istirahat ettiğini veya kendine göre bir ibadetle meşgul olduğunu gösterir. Bu hale sır denir.
Hayflar, göz yumup Esrar Dede sırroldu. Surûrî Sırla ilgili bazı atasözleri ve deyişler şunlardır: Bir şeyi örtmeye, kapamaya, sırlamak denir. Gömmek, gömülmek; sırlamak, sırlanmak gibi ifâdelerle karşılanır. Ölen kişiye, sırroldu, denir. Sırrın gizlenmesi gerektiğini bildirmek üzere, "sırrını açma dostuna, onun da dostu vardır, o da açar dostuna" atasözünü söylerler. Tarikat sırrını, sisteme yabancı kişilere söylememek gerekir, zira, tasavvuf terminolojisine vakıf olmadığı için, yanlış anlar. İşte bu tür sırların saklanması konusunda, "Sırrını sırredene aşkolsun, faş eden yuf" denir.
SIRAT: Arapça, yol, demektir.Hakk tecellilerinin çeşitlenmesinden keşfe açılan yol, nefsiyle, yine kendi nefsi içindir. Fusus'da "hiçbir kımıldayan canlı yoktur ki Allah onun alnından yakalamış olmasın. Rabbim, doğru yol üzerindedir" (Hûd/56) âyeti şöyle yorumlanmıştır: Yürüyen herşey, Rabbin doğru yolu üzerindedir. Bu bakımdan, Allah onlara gazaplanmaz, sapıtmazlar, sapıtmak da nereden arız olsun ki, Hakk'ın gazabı ortaya çıksın. SIRR-I HAL: Arapça, hâlin sırrı demektir, içinde, Hakk'ın muradının bilindiği durum.
SIRR-I İLM: Arapça, ilmin sırrı demektir. Bu, ilmin hakikatidir. Zira ilim, hakikatte Hakk'ın ayn'ıdır.
SIRR-I İSTİVA: Arapça, istivâ'nın sırrı demektir. Mevlevî tâbiridir. Siyah bir şerit adıdır. Yüksek bir alâmet sayılır. Mevlana Celaleddin Rûmî'den kalmış olup, iki yollu olan külâh-ı seyfî, veya kılıcî taç yollarına takılan şeride, sırrı-ı istiva denir. Bu tacı, ancak cezbe-i Rahman ile istivâ'nın sırrına vâkıf olan yüksek mâneviyatlı zatlar giyebilir.
SIRR-I KADER: Arapça, kader sırrı demektir. Allah'ın ezeldeki aynlar, ve bu aynların dış âlemde gerçekleşmeleri durumunda sahip olacakları haller hakkındaki ilmi. Bir şey hakkında, ancak Allah'ın, o şeyin, sübût durumundaki bilgisiyle hükmolunur.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.