KEBAİR: Arapça, büyükler demektir. Kulların cehenneme girmesine âmil olan ağır günahlara, kebair denir. Genel görüşe göre bunlar on yedidir. Dördü kalp amelidir: Şirk, günahta ısrar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak. Dördü dildedir: Yalan yere şahitlik yapmak, namuslu kişiye iftirada bulunmak, bâtıl yere, yalan olarak yemin etmek, büyü yapmak. Üçü midede olur : İçki içmek, haksız yere yetim malı yemek, faiz yemek. İkisi, zina ve homoseksüelliktir, ikisi eldedir: Haksızlık ve adam öldürmek. İkisi de savaştan kaçmak, anayı babayı üzmektir. Sûfiyyenin önemli bir bölümü, iman sahibi ehl-i kebairin cehennemde sonsuzadek kalmayacağı kanaatindedir.
KEBÎRİYYE: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif eş-Şirâzî (ö. 371/982) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Şeyhu'l-Kebîr unvanıyla tanınmıştır. Tarikatının Kebirîyye adıyla anılması, bu unvanından kaynaklanmaktadır. Bu tarikat Cüneydiyye'nin koludur.
KEFÂF, KEFÂF-I NEFS: Arapça, yeterli miktarda olan, bir şeyin misli ve miktarı, vs. gibi anlamları içeren bir kelime. Nefse engel olmak, onu isteğinden men' etmek, kefâf-ı nefs olarak değerlendirilir. Tasavvuf ehline göre her şeyin yeterli miktarınca olması ve israfa kaçmamak büyük önem arzeder. Hz. Peygamber (s)'in "Allahım! Bana rızkı yeteri (kefâf) miktarda ver" şeklindeki, duası, bunu gösterir. (Müslim, Zühd, 19). Kefâf, lüksten kaçma, aşırılıkları törpüleme, nefsin, doymak bilmez iştah ve arzularına gem vurma, aza kanaat gibi konuları bünyesinde toplayarak, israfa karşı çıkma hususunda farklı bir boyut getirmiştir.
KELAM: Söz anlamında Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, taayyün, belirme, zahir olma, meydana çıkmayı ifade eder.
KELİMAT: Arapça, kelimeler demektir. Cevheri hakikatin meydana çıkarak, var (mevcut) haline girmesi. Kavlî ve vücûdî kelimeler olmak üzere iki kısımdır. Kavlî kelimeler insanî nefsin üzerine, vücûdî kelimeler Rahmanî nefsin üzerine vâkidir. Rahmanî nefs, heyulânî cevher gibi âlemin şekilleridir. O, tabîi aynlar değildir. Bütün varlıkların şekilleri, Rahmanî nefsin üzerinde ortaya çıkar, ki bu da, vücûddur.
KELİME: icâd altına giren İlâhî ilimdeki sabit öz (ayn) lerden bir öz (ayn)'dür. Kelimetü'l-Hazre, "Kün: Ol" a işarettir. Kün, küllî irâdenin şeklidir. Kâşânî'nin bu tarifine göre, hazır oluş kelimesi "kün"dür.
KELİME-İ TEVHİD: Arapça, birleme kelimesi demektir. Allah'ın birliğini ifade eden, "Lâilâhe illallah" için kullanılan bir tâbirdir. Sûfilere göre bu tâbir, üç mânâya gelir: 1. La ma'bûde illallah: Allah'tan başka ma'bud yoktur: 2. La maksûde illallah: Allah'tan başka istenecek yoktur: 3. La mevcûde illallah: Allah'tan başka varlık yoktur. La ma'bûde illallah: Hak olan ma'budu isbât, bâtıl olan ma'budu silmek (nefy) demektir. Bu, tevhid-i avamdır. Hak olan ma'bud, şüphesiz ki Allah'tır. Bâtıl olan ma'bud ise, insanların yapıp taptığı put ve benzeri şeylerdir. La maksûde illallah: Her şeyde ve her hâl ü kârda istenen sadece Allah'tır, demektir. Buna tevhid-i havass denir. La mevcûde illallah: Allah'tan başka hakiki mevcut yoktur.Mevcudatın hepsi, adem (yokluk) aynasında vücud-i zıllî (gölgeden vücud) ile mevcut demektir. Bütün tarikatlar, kelime-i tevhidi (La ilahe illallah) zikir olarak benimsemiş iken, Mevlevîler, "Allah" kelimesini çekmişlerdir. Zikrin en efdali, Lailahe illallah'tır, ancak, namaz, oruç gibi ibadetleri yapmadan, islâm'ı yaşamadan bunu vird olarak, zikir olarak çekmek bir fayda sağlamaz. Bu konuda imam-ı Gazalî şöyle der: "Bu tür zikirler, ey ateş, ey su, ey ekmek diye akşama kadar bağırmaktan farksızdır, fâidesi yoktur. Öyle bağırıp çağırmakla, ne bir ateş gelip seni ısıtır, ne bir su akıp gelerek seni sular, ne de bir ekmek gelip senin karnını doyurur".
KEMAL: Arapça, olgunluk demektir. Sıfat ve sıfatın asarından, Hakk'ı tenzih etmek üzere kullanılır, bir tâbirdir. Bir şeyin bütün cüzlerinin, yerli yerinde ve tam olması mânâsına gelir. Allah'ın kemali, mâhiyetinden ibarettir. O'nun mâhiyeti de, idrâkin dışındadır. Allah'ın olgunluğunun sonu, ucu bucağı yoktur. Allah'ın olgunluğu, yaratıklarmkine benzemez. Zira varlıkların olgunluğu, zatlarmdaki mevcut mânâlarladır. Bu mânâlar, zâtlarının gayridir. Allah'ın olgunluğu, zâtına eklenen mânâlarla değildir.
KELLE SAĞ OLSUN, CİHANDA BİR KÜLAH EKSİK DEĞİL (BAŞ SAĞ OLDUKÇA KÜLAH BULUNUR) : Sufî- lerin taçları, arakiyeleri, şeyh tarafından tekbirlendiği için ona yabancı eli değdirmezler. Eskir yıpranır, giyilemeyecek hâle gelince, dergâhın mezarlığına götürüp gömerler. Gömme durumunda kalan dervişlerden bazısı, yenisini elde edemedikleri için başı açık gezmişlerdir. Bunlardan birine, "niçin başın açık geziyorsun?" dendiğinde, "baş sağ oldukça külah bulunur" karşılığını vermiş, bu söz sonradan atasözü haline gelmiştir.
KEMALİYYE: Halvetiyye'nin Bekriyye kolunda meydana gelen üçüncü şubenin adıdır. Kurucusu Şeyh Muhammed Kemâleddin'dir. Bu zât, Bekriyye şubesinin kurucusu, Şemsüddin Mustafa el-Bekrî'nin oğludur. Tarikattaki sülûkunu babasından tamamlayıp, yine ondan icazet ve hilâfet almıştır. Doğum tarihi 1727, doğum yeri Kudüs'tür. Vefatı 1784'te Gazze'de vuku bulmuş olup, mezarı oradadır. Şâirdir. Divânı vardır.
KEMANEBRU: Farsça, keman kaş demektir. Sâlikin işlediği bir kusur nedeniyle derecesinin düşmesi ve bundan sonra da ilâhî yardım ve cezbelerle, eski hâline yeniden dönmesi. Düşüş ve çıkış kavisli bir çizgi takip eder. Sevgiliden gelen ve sevenin isteyerek katlandığı eza ve cefâ.
KEMNAZARLABAKMAK : Birisine kötülükle bakmak, tasavvufî edebe aykırı olan bir davranıştır. Sûfi, herkese iyi nazarla, hüsn-i zanla bakmak zorundadır. Sûfînin kötü nazarla bakması gereken tek şey, kendi nefsi ve onun hevâsıdır.
KEMER : Kadirî ve Rufaîlerin bellerine sardıkları kuşağa denir. Kemerin genişliği sekiz-on santim olup çuhadan yapılmıştır. Ön tarafında, parça parça dikilmiş meşin üzerine üç sıra halka takılırdı. Kemerin öteki ucuna çengel konur ve bu çengeller halkalara iliştirilirdi. Kemeri, şeyhten bey'at almış dervişler kuşanırdı. Şeyh bu kemeri tekbirlerle takardı. Kemer, evliya hizmetine bel bağlayış sembolüdür. Kemeri sıkmak, canla, başla tasavvuf! yolda çaba göstermek demektir. Gayret kuşağı, gayret kemeri ve bunu kuşanmak, hizmete bel bağlamak anlamına gelir. Medreselerde, talebelerin hizmetlerine bakmak üzere seçilmiş özel kişiye, kemer denirdi. Bu görevi üstlenen öğrenci, imaretten çorbayı alır, medreseye getirir, dağıtır, temizlik vs gibi diğer hizmetlere de bakardı. Bu talebe müderris ve öğrenciler arasında elçilik görevi yapardı.
KEMER-BESTE: Farsça, kemer bağlamış anlamına gelen bir terkip. Bektaşî rivayetlerine göre, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin başta olmak üzere onyedi oğluna kemer ve silah kuşatmış, her birine Esma-i Hüsnâ'dan birini telkin etmiştir. Onlar da, bu öğretildikleri ismi zikrederek savaşırlarmış. Bektaşî gülbanklarmda onyedi kemer-beste ifadesi bulunur. Ahmed Rif'at Efendi'nin Mir'âtu'l-Makasıd'ında, bu rivayetin hayalî olduğu kaydedilir, (s. 231-232).
KEN'ÂN: Ortadoğu'da, bugünkü israil'e yakın bir yer. Hz. Ya'kub'un ikâmet ettiği bölge. Manevî âlem, melekût âlemi. Hz. Yusuf'un içine atıldığı kuyu, maddî ve cismânî âlemi; Ken'ân beldesi ise, kudsîler âlemini temsil eder. Beden karanlığına ve hapishanesine hapsedilen şerefli insan ruhuna da, Yusuf-ı Kudsî denir.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.