DEDE BABA: Bektâşîlerin Kırşehir'deki pîr makamı postnişinine verilen unvan. Bu merkez tekkenin haricindeki tekke şeyhlerine, baba denilirdi. Dervişler, hürmetli ifade tarzı olarak "baba erenler" diye hitabederlerdi. Bektaşîlikte derecelenme sırası aşağıdan yukarıya şu şekilde idi: Âşık, talip, muhib, derviş, baba, halife, dede baba. Bunların ilk dördü mürid, beşinci ve altıncısı, baba ile halife, mürşid; dede baba ise, pîr vekili olma bakımından pîr rütbesindeydi. Halife, dedebabanın reisliği altında toplanan babalar meclisinde seçilirdi. Bektâşîlerin yedi halifesi bulunuyordu; bunlar bulundukları yer itibariyle şu şekildeydi: Mısır, Abdal Musa, Seyyid Ali Sultan, Dürbali Sultan Kerbelâ, Rumelihisarı ve Merdiven Köyü.
DEDEBAĞI: Kırşehir'deki Hacı Bektaş Tekkesi'ne bağlı bağın adıydı. Eyvallah kapısına hizmet eden derviş, evvela Dedebağı'nda iki üç sene çalışmak zorundaydı. Dedebağı da bir dergahtı. Bu dergâhın babası ve dervişleri vardı.
DEF: Arapça. Kasnak üzerine deri gerilmesi suretiyle yapılan bir müzik enstrümanı. Tasavvufta, kulun aldığı her solukta.Allah'ı arayış içinde kalbinin heyecanla titremesi.
DEFTER: Arapça bir kelime olup Türkçemizde de aynı anlamdadır. Gönül sayfası, ömür.
DEHÂCİYYE: Abdü'l-Büdelâ Muhammed Amgâr el-Hasen el-idrisî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.
DEHÂN: Farsça deh ağız, dehân ağızlar demektir. Zahiren konuşma özelliği demektir, ilâhî işaretler ve uyanlar. Hakk'ın kelâmı, Dehân-ı küçek: Küçük ağızlar, demektir. Anlayış ve vehmden mukaddes olan konuşma özelliği.
DEHŞET: Arapça, gaflet, hayret veya dalgınlıktan aklın gitmesi, o hal üzere devam etmesi mânâsına gelir. Sufiyye'ye göre dehşet; Habibin (yani Allah'ın) heybetinden dolayı, muhibbi (yani sufi'yi) etki altına alan bir kuvvettir. Bu, kulu etkisi altına alan havf ve recâ halidir. Üzerindeki bu güçten dolayı kul, tıpkı baygın bir insan haline gelir. Dehşetten sonra kula sekîne denen bir hal gelir ki, bu halde, sıkıntı gitmiş mutluluk gelmiştir. Kul, aklını esir alarak ona hakim olan bu makamda, hayrettedir.
DELÂİL: Arapça, delil kelimesinin çoğulu, yol gösteren, delil, kılavuz, işaret, burhan, bir davayı ispata yarayan şey vs. gibi mânâları ihtiva eder. Şeyh Süleyman Cezûlî (öl. 870/1465) tarafından yazılmış bir salâvat kitabıdır. Kitabın adı "Delâilü'ş-Şerif" yahut "Delâilü'l-Hayrat" olarak meşhurdur. Bu kitap, tasavvuf yolunda merhale almış kişilere, ders olarak verilir. İçinde 128 salavât vardır. Tasavvufta şeyh veya mürşide "delil" denir.
DELİ : Aklı yitik kimseler için kullanılan bir kelime. Tasavvufi planda Allah'ın zât tecellisine maruz kalmış, bir şeyhe de bağlı olmadığı için, o tecellinin yüküne tahammül edemeyen kişilerde meydana gelen meczûbluk hâlidir. Akşemseddin, şeyhin lüzumunu anlatırken, şeyhsiz yola çıkanın, kendi başına çektiği zikirler sonucu, böyle bir hal ile karşılaşabileceğini söyler. Bu gibi kimselerde, zât tecellîsi ile akıl nuru yanmış bu nedenle kendilerinden teklîf kalkmıştır, denilir. Bu husus, "Sol tarafında kiramen kâtibîn yok" yahut "Dîvânerâ kalem nîst" (yani, deliye kalem yoktur), "delinin sözü kaleme alınmaz", "delinin sözü kaleme gelmez" gibi ifâdelerle açıklanır. Gerçek mânâda meczûbluk durumunda olanlarla, bu işin sahtekârlarını açıklamak üzere şu şiir yazılmıştır: Seyfullah sözünde mesttir, Pirinden aldığı desttir, Dîvânerâ kalem nîsttir, Ne söylerse kınar olma. Nizamoğlu Seyyid Seyfullah Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, bizim burada ele aldığımız deli tabiri, akıl nimetini sürekli kaybetmiş kişiler içindir. Meselâ kendinden sekr ile geçmiş, hâl gereği gaybete geçici bir süre dalmış bir Bâyezid-i Bistâmî, bir Şems-i Tebrizî, bir Mevlânâ veya bir Hallaç için kullanılmaz, islâm Tasavvufunda, fenadan sonraki beka önemlidir. Yani, ayıklık hali önde tutulur, aksi halde, sürekli maneviyat sarhoşluğu içinde bulunan kimseden hizmet ehli olmaz. Böylelerinin, Allah'ın kullarına hizmet etmesi söz konusu değildir. Mutasavvıflar, "Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir" hadîsini ve "eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder" (Muhammed/7) âyetini kendilerine şiar edinmişlerdir: Deli olmayınca veli olunmaz: Veliler, akl-ı ma'ada yükselmiştir. Böyle, akl-ı ma'ad ile yaşayanlar, günlük akl-ı ma'aşla hayat sürdürenler tarafından, gerek söz, gerekse fiil olarak anlaşılamazlar. İşte, bu yüzden başta deli olmak üzere onlara çeşitli ithamlarda bulunurlar. İşte halka göre deli olan kişi Hakk nazarında velidir. "Al deliden uslu haber": Bu atasözü de aklı, az meczubların sözlerinde bile hikmet bulunabileceğini ifade eder. "Deliden veli, veliden deli olur": Bu atasözüyle de deli sanılan bazı kişilerin veli, veli sanılan kişilerin bazılarının da deli olabileceği anlatılır.
DELİL: Arapça, yol gösteren, kılavuz, rehber, işaret, iz vs. gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufta, delil olarak şeyh terimi kullanılır. Zira o, dervişi, Allah yoluna sevkedip, Allah'a vasıl eden kişidir. Akşemseddin'in tabiriyle, şeyh; kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir. Bektaşîlerde delil, rehber manasında kullanılır. Dergâhın meydan ve diğer yerlerindeki mumlar, bir mum vasıtası ile yakılır ve bu muma, delil denilirdi. Özellikle cemlerdeki mumları yakmaya yarayan bu mum, ince, içinde fitili bulunan ve yumak şeklinde sarılı olan bir ucu dışarı çıkarılmış vaziyette kullanılırdı. Hacca vardım der isen Kande vardın hacca sen? Kılavuzsuz kuş uçmaz, Bunca dağ u dereden. Kaygusuz Abdal
DELK: Farsça, yamalı dilenci hırkası veya eski elbise manasınadır. Maddi durumu iyi olmayan dervişler ve melâmet yoluna yönelmiş bulunan kişiler tarafından giyilen, yünden mamul, adî bir elbise. Tasavvufta, Ashab-ı Suffe ve onların durumu önem arzeder. Sûfiler, Ashab-ı Kiramın fakir tabakasını oluşturan bu garipleri, kendileri için fakr örneği telakki etmişler, onlar gibi, eski giyinmişler, az yemişler, az uyumuşlar, ilimle meşgul olup, müslümanlara hizmet etmişlerdir.
DELLÂL: Arapça, tellal, simsar gibi mânâları ihtiva eder. İnsanları birbirine sevdirmek ve kaynaştırmakla görevli, aşk ve muhabbet tellâlından bahsedilir. Bu ifade, Türkçe argodaki şekliyle, fahişe kadınları müşterilere pazarlayan deyyus kişi anlamında kullanılır. Tâbir, tasavvuf? anlamda manevî bir yücelik sahibi iken, günümüzde bir tür kimlik erozyonuna maruz kalarak, tamamen farklı bir anlama bürünmüştür.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.