MA'RİFET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta, dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1- Şeriat, 2-Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Şeriat olmadan tarikat, hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yani islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve anlamada, takva boyutunda olmak üzere derinleşme sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda, herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı islâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi, yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama, ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Şa'ban Velî bu dört mertebeyi şöyle anlatır: Şeriat beden için, tarikat kalp için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir. Marifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen, aralarında ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı, inkardır. İlim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir. Hafnî de, bu konuyu şu şekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile bilir, Allah'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi, samimi ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme yoluna gider. Hakk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz, yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaşar). Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten Allah ile münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından kalbine gelen sırlardan bahseder, işte bu durumda olan kişiye arif ve bu kişinin bilgisine de ma'rifet denir. Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, Rabbi hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin meydana geldiğinin belirtisi, o kişide Allah'dan heybetin zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur. Bazıları da ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur, demiştir.
MA'RİFET-İ NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû" ifadesiyle bildirildiği gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce kendisini bilmesine bağlıdır. Nefisten hareketle, Allah'a ulaşmanın, çeşitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır: "Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun..." (Fussilet/21). "Ve nefislerinizde olanı görmüyor musunuz?" (Zâriyât/21). İnsanda Allah tarafından üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da Rab'den bir emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu, içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait olduğu yer hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir. İnsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile bilinirse, onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.
MA'RİFETULLAH: Allah'ı bilme, Allah bilgisi anlamında Arapça bir tamlama. Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesini ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir. O'nun yüceliğini, kendisinin âciz ve sonlu bir varlık olduğunu şuûrî seviyede anlamak ve kulluğun esprisine ulaşmak, her mü'minin görevidir.
MA'RUFİYYE: Ma'rûf Kerhî'ye atfolunan bir tasavvuf okulu. Kerhî'nin vefat tarihi, h. 200/m. 816'dır.
MÂSİK, MEMSÛK BİH: Arapça, tutan ve kendisiyle tutulan demektir. Kâmil insanın hakikati olan manevî direk. Bu, kâinatı ayakta tutan, kamil insanın hakikatidir. Hakk ona hitaben "sen olmasaydın kâinatı, yaratmazdım" demiştir. Felekler, kâmil insanın nefesleri sayesinde döner. MASİVÂ: Arapça istisna edatı olan sivâ, mâ mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır.
Nümayiş-i suver-i kâinatı sorma bana Nidayı bir bilirim, mâsivâ nedir bilmem. Hersekli Arif Hikmet
Tasavvufta, gönülde Allah'dan başka neyin sevgisi varsa, onun sevgilisi, hattâ ilâhı odur. Bu yüzden, kalpten mâsivâ putunun değiştirilmesi, sevginin, hep Allah üzerinde yoğunlaşması büyük önem arzeder. "Ey Muhammed (s.) nefsinin, nevasını ilah edineni görmedin mi?" (Furkan/43) ve(Casiye/23).
Davet etmek dilesen dil-hânesine dilberi Mâsivadan ışk cârubiyle (süpürge) evvel sil süpür. Sineçak Yusuf Efendi
MASTABA-MISTABA: Üzerine oturulabilen basık bina anlamında Farsça bir kelime. Harabat, tekke, Mastaba ehli: Sûfiler, rindler.
MA'ŞÛK: Arapça, sevgili demektir. Allah. O, her yönden sevilmeye lâyıktır.
MATBAH CANI: Matbah Arapça bir kelime olup, Türkçemizde "mutfak" şeklinde kullanılmaktadır. Mutfak nasıl yemeklerin pişirilip, yenilir, hale gelme işleminin gerçekleştirildiği bir yer ise, aynı şekilde, insanın da olgunlaştığı yer olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ifâdelerinde, bu hususun kısaca özetlendiğini görüyoruz.
Tasavvuf okullarında hizmet etmek, manen yükselişin önemli âmillerinden biridir. Bu hizmet süresine "çile" adı verilir. Sûfilik yoluna karar veren kişi, mutfakta kendisi gibi çileye girmiş dervişlerle beraber yatar. Kendisine "matbah canı" denir. Burada kalan dervişlerin terbiye işi, "aşçıbaşma aittir. Bu işi, Mevlevîlikte "Dede" yapar.
Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Monla Dil ü cana ocâğ-ı kimyadır Matbah-ı Monla Eşref Dede
(Yani: Mevlâna'nın mutfağı yüce erlerin durağıdır: Mevlânâ'nın mutfağı gönüle de, cana da kimya ocağıdır, o ocağa giren, altın olur.)
Aşk harmanında savruldum Hem elendim, hem yoruldum: Kazana girdim kavruldum, Meydâna yenmeğe geldim. Muhyiddin Abdal
MATBAH-I ŞERİF: Arapça, şerefli mutfak demektir. Bu tâbir, özellikle Mevlevîler'e aittir. Mevlevî tekkelerinde, bir dervişin ilk terbiye yeri mutfaktı. Konya'da "Âsitâne" adıyla da anılan merkez dergâhta iki önemli mekân vardı. 1- Yemeklerin piştiği mutfak 2- Zikir ve semânın yapıldığı "Semahane". Mutfağa, dergahın tam ortasındaki kapıdan giriliyordu. Burada, bina boyunca devam eden genişçe bir koridor bulunurdu. Bu koridorun sağ tarafını, binanın o cephesini vücûda getiren, büyük bir oda teşkil ediyordu.
Sol tarafı da, asıl mutfak bölümünü oluşturuyordu. Sağ taraftaki o büyük odaya, "Meydan Odası" veya "Meydan-ı Şerif" denirdi. Matbah-ı Şerife de büyük bir kapıdan girilirdi. Burada, en büyük kazanları bile, içine alacak şekilde geniş bir ocak vardı ki, buna "Ateşbâz-ı Velî Ocağı" denilirdi. Bu ocak da, önem arzeden bir yerdi. Mutfağın sağ tarafında iki oda vardı. Bunun biri "Can Odası" denilen büyük bir oda, diğeri de, mutfak takımlarının bulunduğu "Kazanlık" idi. Matbah-ı Şerif, Mevlevî dergahlarının önemli yerlerinden biridir. Mevlevîliğe girmek isteyenlerin ilk girdikleri kapı ve tarikata kabul olunmak için, bir müddet hizmete mecbur oldukları ilk merhaledir. Yani mutfakta yemek değil, aslında dervişler pişerdi. Bazan, pazartesi günü olmak üzere, her pazar pilav pişirilir ve pilava lokma denirdi. Bu pilavın pişirilmesi, bir takım usûl ve merasimlere bağlıydı. Pilav için ayrı bir kazan vardı. Gümüş gibi parlak olan kazan, beze sarılı olarak özel bir dolapta muhafaza edilirdi. Pilav sadece bu kazanda ve özel bir ocakta pişirilirdi. O ocağa, Âteşbâz-ı Velî Ocağı denirdi. Pilav pişirileceği zaman, "Kazancı Dede" kazanın başına gelir, bizzat nezaret ederdi. Kazancı Dede, pilav pişerken "Âteşbâz-ı Velî Postu" na otururdu. Bu pilavda kullanılan malzemeler şunlardı: Pirinç, et, nohut, kişniş, fıstık. Kazancı Dede, pişirme işini orada bulunan matbah canlarına taksim etmişti. Kimisi suyunu kor, kimisi etini hazırlar, kimi de tuzunu dökerdi. Ve bu işler, hep bir sıra ve düzen içerisinde yapılırdı.
Giren müştaktır ol dudmâne (ocağa) girmeyen müştak Misal-i Ka'be bir hayret matbah-ı monla Şeyh Gâlib
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.