NÂDİ ALİ: Yetiş yâ Ali, anlamında Arapça bir söz. Bektaşîler ve kızılbaşların vird olmak üzere okudukları söze, Nâdi Ali denir. Bektaşî geleneğine göre, Uhud harbinde Rasûlullah (s)'ın canı sıkılmış ve Cebrail'den öğrendiği "Nâdi Ali"yi okumuş. Hz. Ali de bunu duyunca "lebbeyk" diyerek atılmış, gazileri savaşa teşvik etmiştir. Nasru'l-Ashâb adlı eserde bu Nâd'ın Zogayl-ı Huzâî'ye ait olduğu kaydedilir. Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi'nin konuyla ilgili fetvası da, bunu te'yid eder. Gaybî, Nâdi Ali'yi şerhetmiştir. Hadis literatürünü taradığımız zaman, Nâdi Ali diye bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle, mezheb tervici için, bu sözün Hz. Resûlullah (s)'a yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Nâdi Ali şudur:
Harikulade şeylerin mazharı Hz. Ali'ye seslen Ki onu musibetti anlarda sana yardımcı olarak bulasın. Her türlü üzüntü ve keder silinir Senin veliliğinle ey Ali, Ali!
NAFİLE: Ganimet malı, bağış, hibe, gerek olmaksızın yapılan, nafile anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Farz ve vacipten fazla olarak yapılan ibadetler. Nafileler, tasavvuf erbabı için büyük önem arzetmekle birlikte, hiç bir zaman farzın üzerinde tutulmaz. Yani Pazartesi, Perşembe sünnet orucunu hiç terketmeyen bir sûfinin, Ramazan orucunu terkettiği veya hafife aldığı tasavvuf tarihinde görülemez. Abdest şükür namazına, teheccüde devam eden bir sûfî'nin değil farz namaz, vaktin sünnetlerini bile (hatta ikindi gibi gayr-i müekked sünnet olsa bile) kaçırmazlar. Hallâc-ı Mansur'un, farz namazlara Allah'ın şe'airi olması açısından gösterdiği vera'ya dayalı saygısı, gerçekten çok ilginçtir. Hallâc-ı Mansûr, her farz namazını, vakti girmeden gusul abdesti alır ve o abdest ile kılardı. Bu takvadan öte vera'dır. Sûfiler hakkında yanlış anlaşılan hususlardan biri, işte budur. Tasavvuf konusunda ihtisas sahibi kişilerin dikkatlerinden kaçmayan bu husus, konuya uzak kişilerce maalesef yanlış anlaşılmaktadır.
NAĞM: Gizli söz, tatlı melodi anlamında Arapça bir kelime. Vecd, bazen kelimelerin manasının anlaşılmasından ortaya çıkar. Bu durum, bazan da sırf nağme ve güzel makamdan zuhur eder. Ruhanî alem, güzellik ve iyiliklerin toplandığı yerdir. Dinlenen gazelin nağmesi en az manası kadar, bu ruhanî âlemi harekete geçirir. Ve kişinin vecde ulaşmasına sebep olur. Sema'da müziğin nağmeleri önemlidir. Bu sebeple, büyük müzik ustaları hep mutasavvıflar arasından çıkmıştır.
NAHNU BİLÂ NAHNU: Arapça, bizsiz biz demektir. Hakk'ın fiilerini gören sâlikin başka fail görmemesi. Kendi benliğinden fanî olan sâlik, Hakk'ın benliğinden haber vermektedir.
Salikin kendi benliği Hakk'ın benliğinde fani kılması. Allah'ta fânî oluş.
NAKÎB: Arapça, bir topluluğun reisi, büyüğü, başkan, kabile reisi, kaptan, orduda bir rütbeyi ifade eden sözcük. Tekkelerde, şeyh vekili unvanını taşıyan kimselere nakîb denir. Bunlar, manevî eğitimde mesafe almış kişilerdir. Çoğulu nukabâ'dır. Rufaî, Sa'dî ve Bedevî tarikatlarında, nukabâlık rütbesinden önce nakîblik vardır. Bunlar, mukabele denilen toplu zikir törenlerinde, kuşak (şed) kuşanır, hizmette bulunurlar.
NAKL-İ KÜFÜR, KÜFÜR DEĞİLDİR: Kelime-i küfrü, bir başka şahsa naklen söylemek küfür değildir. Küfür olabilmesi, o sözün söyleyen tarafından tasvib edilmesine bağlıdır. Bu konuda Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi şöyle der: "Vahdete ait söz söylemek gerektiğinde, başkasından naklediyormuş gibi söyleyin. Nakl-i küfür, küfür olmaz mes'elesine binâen, bu şekilde selâmette kalırsınız" (Sohbetnâme).
NAKŞBENDİYYE: Nakış yapmayı ifade eden Farsça iki kelimenin birleşmesiyle oluşmuş bir sözcük. Hoca Muhammed Bahâeddin Nakşbend (k)'in (ö. 1397) kurduğu, gizli zikir esasına dayalı bir tasavvuf okulu. Günümüz Anadolu'sunda Hâlidiyye adıyla varlığını sürdürmektedir.
NÂKÛS: Arapça, çan demektir. Cem makamı. Salikin tevbe ile ibâdete yönelmesini sağlayan uyanış. Tefrika makamını hatırlama.
NÂLE: Farsça, inleme demektir. Münacât, Allah'a yakarma. Nâle-i zîr: Hafif sesle, mırıltı halinde Allah'a sızlanma. Ayn-ı mahabbet: Öz sevgi, Nâle-i zar: Sevgi arayışı. Gece karanlık ve ıssız yerler, insanlardan uzak, sessizlik içinde, sevginin uyanık tuttuğu seherî denilen kimselerin, Allah ile özel bir saatleri vardır. O, tam anlamıyla bir mahremiyet ânıdır. Âşık o saatte ağlar, sızlar, boynunu büker, secdelerde gözyaşlarıyla, yerleri sular, o anda o, "ümmetî, ümmetî" sırrına mazhar olarak cümle ümmet-i Muhammed (s) için dualar eder. Bu serüven, bir kaç gecelik değildir. Ömür boyu sürer. Sûfî o halde, dostu ile sohbettedir, O'nunla dertleşir, hâlleşir, iki dost arasında ne konuşulacak ise onları konuşur. Bu hal yazılmakla değil, seherlerde (sabah namazının vaktinin girişinden iki üç saat önce) yaşanmakla bilinir. Yaşanmanın dışında ne yazarsanız yazın, uzaktan seyredilen güzel bir gülün, insan üzerinde bıraktığı intibâdan daha fazlasını elde edemezsiniz. Tasavvufî hallerin hepsi, psikolojik olaylar gibi sübjektif değer taşır, bilinebilmesi için, anlatılan hâlin, bizzat öğrenmek isteyen kişi tarafından, yaşanması gerekir. Ömrünün son on senesinde uykusunu kaybeden Mevlânâ'nın içinde bulunduğu hâli anlamak için, en az onun kadar âşık olmak gerek. Yoksa, onun uykusuzluğunun sebebini anlamak mümkün değildir. Hülâsa; tatmayanlar, tasavvufu bilemeyecekler, anlayamayacaklar, bilmeme ve anlamamaya da devam edeceklerdir.
NA'LEYN: Arapça, iki ayakkabı demektir. İki ayakkabıdan kasıt: Rıza-gazab, kahr-lütuf, celâl-cemal gibi Hakk'a ait birbirine zıt sıfatlardır, iki ayakkabıyı çıkarmak, dünya ve âhireti terketmek demektir. Hz. Musa (a)'nın Tur Dağında mazhar olduğu şu hitap gibi: "Ey Musa iki ayakkabını çıkart at, çünkü sen, mukaddes bir yerdesin" (Tâhâ/12). Sûfilerce mukaddes vadiye erenler, kıyasın iki öncülüne gerek duymazlar, zira sonuç, onlara açıkça ayan beyan ortadadır.
NALLAMIHARASI : Sıkıntı ve gönül darlığını ifade eden bir deyim. Bu hale sûfîler, kabz derler; bu kelime iç sıkıntısı, tutukluk ve daralmayı ifâde eder. Kabz'dan sonraki ferahlık, huzur ve genişlik haline de bast denir. Allah'ın el-Kâbız ve el-Bâsıt isimleri, Bakara suresinin 245. âyetindeki, "yakbıdu" ve "yebsütu" (daraltır, genişletir) fiilleriyle ele alınırsa, bu iki zıt hâlin, Allah'tan kaynaklanan (Allah vergisi) durumlar olduğu anlaşılır. Sûfiler kabz (tutukluk) hâlini anlatırken "nalla mıh arasındayım, nalla mıh arasında kalmıştım" ifadelerini kullanırlar.
NÂM: Farsça, isim demektir. Mevki, makam ve şöhret âfettir. Hicâb, perde. Kötü isim yapma. Melâmet.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.