DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak, hakikî derviş, kimseden birşey istemez ve istememesi tarikat kuralıdır. Mevleviyye ve Rıfâiyye tarikatlarından öğrendiğimiz kadarıyla, bir derviş üst üste üç gün açlık, çekmeden, bir başka kimseden yiyecek isteyemez. Derviş kelimesi, kapı eşiği mânâsına da gelir. Dervişin, kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezalara tahammülü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki dervişler, herkesin ayak basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar, hattâ tekkeye veya türbeye girerken eşiğe saygı göstermek üzere, onu öper, sonradan üzerine basmadan atlayıp içeri girerler. Bu kelime iran'da ortaya çıkmasına, rağmen, Arapça'ya geçmiş, "derâviş" şeklinde çoğulu yapılmış, hattâ Arapça karşılığı "fakir" ve çoğulu "fukara" kullanılmıştır. Tasavvuftaki manâsıyla, bir şeyhin bey'ati ve terbiyesi altında bulunan kişi demektir. Hz. Peygamber (s) için de kullanılan şu tâbir "derviş-i sultan-ı dil", padişah gönüllü fakir anlamına gelir. Alçak gönüllü, arif, kanaatkar kimselere de, derviş meşreb denir. Akşemseddin, dervişi ikiye ayırır 1. Dervişe benzeyen 2. Derviş. Tasavvuf? olgunluk yolu (sülük) na giren kişi murakabe dersine ulaşana kadar geçirdiği sürede, kendini dervişe benzetmeye çalışan kişi olduğundan, müştebih diye anılır. Murakabeden itibaren o kişi artık derviş olmuştur. Murakabeye kadar ulaşamayan kişinin, hâl olarak tasavvufun içyüzünden haberdâr olması mümkün değildir, bu yüzden murakabeye ulaşamamış kişiler, hizmetin hakikatini anlayamazlar, gerçek hizmet ehli olmazlar. Tasavvufun esası, hedefi itibariyle ihsandır, bir başka ifade ile Allah'a vuslattır. Derviş kelimesiyle ilgili olarak ortaya çıkmış bazı atasözleri şu şekildedir: "Padişah nefsinin, hırslarının kulu iken, derviş nefis ve hırslarının sultanıdır." Bu yüzden, sultan, nefsine uyarak maddeye doymaz iken, nefsini yenen maddenin esaretinden kurtulan kişiler, aza kanaat ederler, onlara az da olsa yeter. "Sabreden derviş muradına ermiş": Derviş, Allah'a vuslat yolunda büyük cihada girmiştir ve her an o cihâdın mücâhidi olarak sabır etmek zorundadır. Bu sabır sayesinde, derviş hedefine ulaşır, muradına erer. "Deve hacı olmaz Mekke'ye gitmekle, eşek derviş olmaz tekkeye su taşımakla": Dervişlik bir takım şekil ve resmden ibaret bir şey değildir. Bir takım mücahede, çaba ve gayretlerle manevî planda mesafe kat etmekle dervişlik olabileceği bu atasözüyle dile getirilir. "Dervişin fikri neyse, zikri odur": Dervişe bir halden sual sorulduğunda, onun verdiği cevap kendi yaşadığı halden ibarettir. Yani derviş kendinde olanı anlatır, kendi tahkikini dile getirir.
Derviş gönülsüz gerekdir Söğene dilsiz gerekdir Döğene elsiz gerekdir Halka beraber gerekmez Yunus Emre
DERVİŞLİK : Tarikata mensubiyet manasını ifade eder. Dervişlik, İslâm'a bağlanmakla olur. islâm'ın ihlâsla, sıdk ile takva, vera üzere yaşanmasına dervişlik denir. Dervişlikte fakirlik şartı koşan mutasavvıflar olduğu gibi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, Abdülkâdir-i Geylânî, Sadreddin-i Konevi gibi zenginliğiyle tanınmış sufîler de vardı. Zühd, bunlara, göre malın cepte bulunması, fakat kalbte bulunmamasıdır. Mevlana Celâleddin de buna yakın bir izah getirir: Dünya, Allah'dan gafil olmaya derler. Yoksa gümüş, kumaş, oğul ve hanım sahibi olmak değildir. Din yolunda sarfetmek üzere malın bulunursa, bu şekildeki bir mal için Hz. Peygamber (s) "helâl mal, sahibi için ne kadar iyidir" buyurmuştur. Su, geminin içinde bulunursa onu batırır, altında bulunursa onu selâmetle yürütür. Sen de (gemi gibi) mal sevgisini ayaklarının altına alabilirsen, seyr ü sûlük denizinde selâmetle yüzersin. Ancak Hz. Peygamber (s) kendisine yaşama biçimi olarak zühdü ve fakrı seçerek, "fakirlik benim öğüncümdür. Ben onunla öğünürüm" demiştir. Kendisi müslümanların lideri olarak, her türlü dünyevî zenginlik fırsatları elinin altında iken, O, bilinçli olarak fakirliği seçmiş, hattâ sevgili eşlerinden bir kısmının bu yönde biraz sızlanması üzerine, "îlâ ve tahyîr" denilen olayda görüldüğü gibi, onları dünya veya ahiret (yani zengin olmak ve fakir yaşamak) konusunda seçim yapmak için serbest bırakmış, onlardan bir ay kadar uzak kalmıştı. Sufîlerin fakrı bilinçli olarak seçmesinde, Hz. Rasulullah (s)'ın bu tavrının önemli etkisinin olduğu şüphesizdir. Ancak, bu fakirlik, meskenet, zillet, tembellik manasında bir fakirlik değildir. Yine Ashab-ı Suffe'nin yaşadığı fakr ü zaruret hali, aynı esprinin bir başka veçhesini teşkil eder. Dervişlik, bu yönüyle büyük bir feragat gerektirir, zor bir meslektir. Rıza Tevfik bu konuda şunu söyler:
Rıza'dan himmet al berzahta kalma Serden geçmedinse ummana dalma Dervişlik sözünü ağzına alma Demir leblebidir, kişniş değildir.
DERVİŞ HIRKASI: Hırka vücudun üst tarafına giyilen, genellikle yünden örülmüş bir giysidir, çeşitli renklerde olur, Mevlevilerin giydiği üstlüğe, derviş hırkası denir.
DERYA-YI VAHDET: Farsça-Arapça. Birlik denizi demektir. Zât-ı kibriyânın tecelli etmesi. İnsan-ı Kamil için, derya tabiri kullanılır.
DEST: Farsça, el demektir. İlâhi kuvvetin zuhuru. Makam, servet, nüfuz. Kemal sıfatlarının hepsinin kazanılması ve bunlara hâkim olunması.
DEST ZEDEN: Farsça. Alkış. Murakabe, muhafaza.
DEST-GİR : Farsça, elden tutmak demektir. Allah.
DESTAN: Farsça, efsane, masal demektir. Tasavvuf! olarak menkıbe, hikâye. Dâsitan-i İbrahim Edhem: İbrahim Edhem'in menkabesi.
DESTÂR: Farsça. Başa giyilen takke, fes ve benzeri şeyler üzerine sarılan sarığa destâr denir. Kafesî ve örfî destâr diye türleri vardı. Mevleviler, buna saygı ifadesi olmak üzere, "şerif" kelimesini ekleyerek "destâr-ı şerif" derlerdi. Sarıkların yedi kadar çeşidi meşhur olmuş ve tutunmuştur: Cüneydî, Pâyeli, Kafesî Şeker-âvîz, Dolama, Hüseynî Kafesi, Örfî, Hüseynî. Tarikat şeyhleri daha çok Hüseynî sarık sararlar ki bu, aşağıdan yukarıya doğrudur ve yarısında yukarıdan aşağı doğru iner. Ortası kalınca, alt ve üst tarafları fâhirle aynı hizadadır. "Örfî Destâr", dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, en az üç parmak kalınlığında, tülbentle aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak yukarıdan aşağı doğru sarılır. Her sargının arasında bir parça açıklık bırakılır. Alt tarafta ise, bir sarımı dümdüz sarılmış olur. Destâr denilen sarık, neyin üzerine sarıldı ise (fes, taç, sikke) o, sarımların üstünde gözükür. "Cüneydî Destâr" bunun yarısı kadardır. "Dolama Destâr", dümdüz sarılan destârdır. "Kafesî Hüseynî Destâr" ile "Kafesî Şeker-âvîz Destâr", tülbent dört kat edilip dikilerek iki parmak enliliğinde ve çoğu kez dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt tarafı kalın olur, üste doğru incelir ve taç sikkenin kalınlığına eşit bir halde bulunur, sağdan sola, soldan sağa sarılırken, her sarılan öbürünü tersine karşılar.
DESTÂR BAHA: Farsça. Destâr: sarık, bahâ: para, ücret demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ'nm evlatlarına sarık parası olmak üzere bir takım köyler vakfedilmişti. Bu köyler, "Evkaf-ı Celâliyye"ye dâhildi.
DESTÂR-PÛŞ: Farsça, destâr sarık, pûş giymek demektir. Sarık giyen. Mevlevî tabiridir. Sikkesine destâr sarabilme ayrıcalığına sahip kişi demektir.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.