MURABITLAR (1030-1269) ve MUVAHHİTLER (1056-1147) DÖNEMİ
Murabıtlar, Fas’ta bulunan Atlas Dağları’ndan aşağıya, sahil bölgesine indiler. Kuzey Afrika’nın Fas’tan itibaren Cezayir, ve Tunus’a kadar olan bölgesinde ve de Güney İspanya’da hakimiyet kurdular. Bir süre sonra bazı bölgeleri Muvahhitler’e bıraktılar. Muvahhitler de Kuzey Afrika kökenli kabilelerdendi.
Sahil bölgelerinde uygarlıkla tanıştılar. Fas ve Cezayir arasında, kıyıdan içeride Telemsan kentini kurdular. Telemsan’da Cami-i Kebir (Büyük Cami) (1136-1138), Fas Merakeş’te Kutbiyye Camii (1184), Mansura Ulu Camii (XII. Yüzyıl) en olgun mimarlık eserleridir.
Murabıtlar ve Muvahhitler’in XII. Yüzyıl sonunda İşbiliyye (Sevilla) Emiri’ne yardım etmek üzere Endülüs’e geçtiklerini, orada kısa süre de olsa hükümranlık kurarak mimarlık eserleri bıraktıklarını ‘Endülüs’ bahsinde anlatmıştım.
MERİNİLER DÖNEMİ (1195-1470)
XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Benî Abd-ül Vâd ve de Benî Merrîn dönemlerinde Telemsan kenti, mimarlık açısından parlak bir uygarlığa ulaşmıştı. Fas’ta, Rabat’ta Hasan Kalesi (1197), yine Fas’ta Ebu İnaniye ve Tasnifiniyye Medreseleri, Seyyid Ebu Medyan Camii en önemli eserlerdendir.
‘Müdeccer’ denilen ve ‘Batı Müslümanlığı’na has mimarlık üslûbu, sadece İslâm dünyasını değil, İspanyol mimarlığını da etkilemiş; o dönem İspanyol mimarlığı ile Endülüs ve Kuzey Afrika İslâm mimarlığı arasında İslâm mimarlığı ağırlıklı benzerlikler oluşmuştur.
Yapılar genellikle Fas taşı ve tuğla ile imal edilmişlerdir. Cami, medrese ve özellikle minare inşaatlarında oyma taş işçiliğindeki motifler emsalsiz kompozisyonlardır. Dekorasyonda stalaktit başlıklar, duvarlarda arabesk, zincirek, poligon, baklava ve Arap yazısı ile sağlanan motifler ilginç ayrıntılardır.
ABBASİ HALİFELERİ DÖNEMİ (750-1258)
Emevi hanedanının son yıllarında huzursuzlukların önü alınamıyordu. Hz. Muhammed’in amcası Abbas bin Abdülmuttalib soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı kanlı bir ayaklanma ile iktidarı ele geçirdiler. Abbasi iktidarı, 37 halife ile 508 yıl sürdü.
İlk Abbasi halifesi Ebu’l Abbas 4 yıl halifelik yaptı (750-754). 754’te halife olan Mansur orduda yeni düzenlemeye gitti. Türkler ve İranlılar orduda görev aldılar. Türkler önemli komutanlıkları üstlendiler. Halife Mansur (754-775) küçük bir yerleşim olan Bağdat’ı kent haline getirdi (760). Bazı kaynaklar Bağdat’ın Mansur tarafından kurulduğunu yazsa da Hamurabi kanunlarında (M.Ö. 1792-1750) Bağdat’tan söz edilir. Dicle nehri kenarında yeniden kurulan kent, çevresinde verimli topraklara sahipti. Güçlü ekonomisi ile kısa zamanda büyüdü. Kent, daire formunda kurulup, iç içe iki sıra dairesel surlarla çevrili idi. Surların dışında çepeçevre hendekler kazılmıştı. Başkent, Şam’dan Bağdat’a taşındı (762). İlk yapılan eserlerden Bağdat Ulu Camii, kerpiç duvarlı ahşap sütunlu ve düz damlı basit bir yapı idi.
Halife Harun-ur Reşit (786-809) Bağdat Ulu Camiinin kerpiç duvarlarını tuğla olarak yeniledi. Yine Bağdat’ta Bab-üs Zehep (Kubbe-tüs Hadra) Sarayı’nı inşa ettirdi (780 veya 800). Bu sarayda kubbeli orta mekâna açılan tonoz örtülü dört eyvan bulunmakta idi. Bu plan kurgusu, Arap mimarlığına yabancı ve de Türk mimarlığı kurgusudur. Esasen, Abbasiler döneminde Türklerin devreye girmesi ile her alanda güçlü atılımlar yaşanıyordu. Ancak, 807 inşa tarihli Mansur Camii, dört adet saray ve Fırat nehri üzerindeki Rakka’daki yapılardan bu gün eser kalmamıştır. Ne yazık ki yapılara, özellikle süslemeye büyük paralar harcanmasına rağmen, doğal taş malzeme kullanılmayıp, Mezopotamya uygarlığının ana malzemesi olan pişmiş toprak (tuğla) ile yapılan yapılar, bir iki istisnası dışında zamanımıza kadar gelememişlerdir.
Halife Mutasım (833-842) döneminin en önemli mimarlık eseri Samerra kentinin kuruluşu ve de Samerra Camii’dir. Mutasım, Samerra’yı başkent yapmışsa da yarım yüzyıl sonra tekrar Bağdat’a dönülmüştür.
Halife Mutasım döneminin en önemli mimarlık başarısı, Samerra kenti ve camisidir. Dicle nehri üzerindeki Samerra kenti, Bağdat’ın 100 kilometre kadar kuzey-batısındadır. 836 yılında kurulmaya başlanan kent, 47 yıl sonra, 883’te terk edildiği için döneminin orijinal yapıları toprak altında kalmış ve olabildiğince bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Kent, Bağdat’ta yapılan geometrik planlamanın aksine arazinin topoğrafik durumuna uygun bir yerleşim sergilemektedir. Bu durum, yapılan arkeolojik kazılarla gün ışığına çıkmaktadır. Kentin esas kuruluş amacı, Abbasi ordusunda görev almış Türk birlikleri için ordugâh sağlamaktı. Nitekim kentin kuruluşu ile Türk komutan Aşhas görevli idi. Kentin en önemli yapısı Halife Mütevekkil (847-861) döneminde yapımına başlanan Samerra Ulu Camii veya Mütevekkiliye Camii’dir (848’den sonra). Bu yapının da ana malzemesi, diğer bölge yapıları gibi pişmiş topraktır. Caminin diğer ulu cami tiplerinden fazla farkı bulunmamakla beraber çok geniş tutulması (150 bin kişinin namaz kıldığından bahsediliyor) yanında önemli özelliği minaresindeki tasarımdır. Bazı kaynaklar yapıyı basit olarak niteleyip orijinal minareyi görmezden gelseler de, hiç de basit bir mimarlık eseri değildir. Minare, 33x33 metre ebatlı kare tabana oturmakta, subasmandan sonra 27 metre çapında daire planlı bir silindire dönüşmektedir. Silindirin çevresinden helezoni (spiral) bir rampa açıktan yukarıya tırmanmakta, helezonun her bir turunda silindir çapı küçülmektedir. Rampa, beş turdan sonra zirveye ulaşmakta, yükseklik 51 metreyi bulmaktadır. Minare içinin masif tuğla dolgu olduğunu tahmin ediyorum. Bu, yapının önemli oranda ‘rijit’ kalmasını sağlamış olmalıdır. İçeride boşluk bırakılsa idi, minarenin zamanımıza kadar gelebilmesi şüpheli, hatta olanaksızdı. Minarenin tasarımı, bu günün modern mimarlarının yapacakları gökdelenler için esin kaynağı olabilecek derecede orijinal ve güzeldir.
Bu minare formu, yine Samerra’da 860 yılında Ebu Dulaf Camii’nde tekrarlanmış, bundan başka hiçbir yapıda bu şekil minareye rastlanmamıştır. Bu günkü kalıntılardan anlaşıldığı kadarı ile her iki cami de tuğla kemerli neflerden oluşuyordu. Çatı örtüleri düz damdı. (Düz dam, az yağmur alan bölgelerde uygulanmış, Arap mimarlığının özelliği olmuştur.)
Samerra’daki arkeolojik kazılarda ilginç yapılarla karşılaşılmıştır. Cezah-ül Hakani Sarayı’nda, Balkuvara Sarayında (854-859) ve bazı konutlarda, duvar sıvalarında Arap mimarlığına yabancı, mermer tozu ve alçı karışımı ile elde edilen ‘stüko’ üzerine yapılmış freskler bulunmuştur. Bu fresklerde İslâm inancına aykırı rakkaseler, Uygur menşeli figürlerin yer aldığı görülmüştür. Bunda fazla şaşıracak bir şey yok. Samerra’da yaşayanların büyük çoğunluğunu Türkler ve Türk asker ve komutanları teşkil ediyordu. Her ne kadar İslâmlığı kabul etmiş olsalar da ‘Anayurt’ sanat ve adetlerini korumaları doğaldı. Samerra, Halife Mutemid (870-892) döneminde terk edildi (883). Niçin terk edildi, bilmiyorum. Her halde ordugâhın lağvı ile kentin ekonomik dayanağının sıfırlanması bir neden olabilir.
Memluk denilen ve Abbasiler nezdinde önemli yerleri olan Türklerden, Türkistan asıllı, Buhara doğumlu Ahmed bin Tulun (Tolun), Halife Mutez (866-869) döneminde Mısır’a vali atandı (868). Tulunoğlu Ahmed, Samerra’da eğitim görmüş genç bir subaydı. Atandığı bölgeye Samerra’nın uygarlığını götürmüş, Fustat kentini büyütmüş, cami ve su bendleri yaptırmıştır. Daha sonra Tulunoğulları’nı ve diğer Türk devletlerini yüzyıllar boyu Mısır’ın hâkimi olarak ve yarattıkları mimarlık eserleri ile izleyeceğiz.
945 yıllarında Bağdat’ta Buveyhiler’in hâkimiyeti vardı. Bu dönemde Abbasi halifeleri de vardı ama halifeler kukla durumunda idiler. Buveyhler’in hükmü altında ve onların izniyle saltanatlarını devam ettirebiliyorlardı. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1031’de Buveyhleri Bağdat’tan kovdu. Kâim halife oldu (1031-1075). Böylece bir süre için de olsa, rahat nefes alabildiler. Kâim döneminin en önemli mimarlık ve de bilim-kültür eseri Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medresesi’dir (1065).
Cengiz Han torunu Hulâgu yönetimindeki İlhanlılar (1256-1344) Bağdat’ı işgal ettiler ve yaktılar (1258). Bu olay Abbasilerin sonunu getirdi.
TOLUNOĞULLARI DÖNEMİ (868-905)
Buhara Türklerinden Tolun Beyin Abbasi Halifeleri döneminde, Bağdat’ta önemli bir askeri görevi vardı. Oğlu Ahmed, 835’te Bağdat’ta doğdu. Türk asıllı askerlerin ordugâhı olan Samerra’da askeri eğitim gördü. Genç bir subayken Vali olarak atandığı Mısır’da önemli hizmetleri ile tanındı. Kurduğu önemli bayındırlık eserlerinden su bendleri ve sulama kanalları ile tarım üretimini arttırdı.
868’de bağımsızlığını ilan etti. 876’da Fustât kentini kurdu. Fustât’ta ilk yerleşim, Hz. Ömer döneminde başlamış, ama o dönemden hiçbir eser kalmamıştı. Fustât’ı başkent yaptı. Kentte, çarşı, han, hamam, değirmen, fırın gibi yapılarla ticaret bölgesini, camii ve kendi sarayını inşa etti. Ne yazık ki, bu eserlerden zamanımıza sadece kendi ismi ile anılan cami kalabilmiştir. 879 inşa tarihli İbn-i Tulûn Camii, beraberinde hastane, eczane ve hamamı içeren külliyesi ile mimarlık değeri yüksek bir yapıdır. (Camilerin beraberinde yapılan ‘külliye’ olgusunun Araplarda olmadığını, Horasan’dan beri Türk mimarlığının önemli öğelerinden olduğunu evvelce ifade etmiştim.)
Cami, etrafı kemerlerle çevrili, orta avlulu ve kare planlıdır. Dört yönde çevrili kalın ve masif ayaklara oturan kemerlerle inşa edilmiş ve adeta koridor oluşturmuş ‘revak’ın, cami içinde dua edenlere ve öğrencilere sakin bir ortam sağlama işlevi vardır. İslâm mimarlığında ‘tetümme’ denen bu tasarım da bir ilktir. Yine bir ilk, abdest almak üzere yapılan çeşmenin, ‘şadırvan’ olarak bir mimarlık elemanı haline gelmesidir. Bu da Türklerin Arap ellerine bir hediyesidir.
Ahmed Tolunoğlu’nun 884’te vefatı ile yerine geçen oğulları, devleti ancak 905 yılına kadar yaşatabilmişlerdir.
FATIMÎLER DÖNEMİ (969-1170)
Son Tolunoğulları ile ilk Fatımî Halifeleri arasındaki dönemde, ağırlıklı olarak Kuzey Afrika kökenli Aglebî egemenliği vardı (905-969). (Bu bahsi evvelki yazılarımda anlatmıştım.)
Hz. Ali’nin şehid edilmesinden sonra, Ali taraftarları Emeviler tarafından baskı ve tedibe uğradılar. Taraftarlar, İran’da İran merkezli, Suriye ve Irak’ta Kerbelâ merkezli tutunmayı başardılar. Hz. Ali mensuplarına ‘Şii’ denildi. Hz. Ali’nin eşi, Hz Peygamber’in kızı Fatma’ya saygı ile, bazı kaynaklara göre ise sulbünden geldikleri iddiası ile Fatımî adını ve halifeliği aldılar. (Sünnî İslâm ağırlıklı bazı internet siteleri Hz. Ali taraftarı Fatımîleri halife olarak saymazlar. Bu ne kindir Ya Rabbim!)
Fatımîler yeni bir ordu kurarak Aglebîleri bozguna uğrattılar. Fatımî komutanı El Muiz, Mısır’a yürüdü ve Tolunoğulları’nın kurduğu Fustât’ın 40 kilometre kadar kuzeyinde, Nil kenarında Kahire kentini kurdu ve kendisine başkent yaptı (969). Yeni kentte kendisine büyük bir saray yaptırmışsa da, bu yapı günümüze gelememiştir. 970’te İslâm âleminin bilgi merkezi ve hâlâ saygın bir yeri olan El Ezher Camii’ni inşa ettirdi. Caminin sütunlu revakla çevrili bir orta avlusu vardır. (Orta avlulu kare planlar, 1470’lere kadar İslam cami mimarlığının ana öğesi olmuştur.) İlk inşasından sonra, artan ihtiyaçlarla iki misli büyümüştür. Örneğin giriş üzerindeki müzeyyen kubbe 1140’ta ilave edilmiştir. Caminin benzer kitleler içinde değişik cephe şekilleri içeren minareleri, narinlikleri ile de bir ilki gerçekleştirmiş, kent siluetine güzellik katmıştır.
Bu cami ile antik yapılardan mermer sütun ve başlık derleme yöntemi, yerini yerinde imal edilen orijinal mimarlık elemanlarına bırakmaya başlamıştır. Çünkü düzelen ekonomi paralelinde, bu güzellikleri yaratacak kapasitede ustalar da bulunabilmektedir. Mimar Rivoire, bu camideki kemerlerin, Kayrevan, Tolunoğlu camileri ile Hind mabetlerinde kullanılan kemerlerin yeni bir terkibi olduğunu yazıyor.
El Muiz’den sonra gelen Halife El Aziz, 1000 yılında, yine Kahire’de El Hâkim Camii’ni yaptırdı. Cami, 1012’de tamamlandı. Bu cami Tolunoğlu Camii ile benzerlik gösterir. İki kalınca minaresi vardır.
Sicilya da uzun süre Fatımîlere bağlı kalmış ve adada birçok eser inşa edilmişse de Hıristiyan işgali ile taş taş üstünde bırakılmamış, bu eserlerden hiçbir iz kalmamıştır. (Sadece acı soslu makarnada Arabiata adına rastlanıyor.)
El Aziz’den sonraki Halife El Mustansır döneminde çıkan karışıklıklar sırasında zikre değer mimarlık eserlerine rastlanmıyor. 1073’te Suriye Valisi Bedr-ül Cemalî Mısır’da huzuru sağlayabildi. Kahire surları, bu dönemin askeri mimarlık eseridir. Bedr-ül Cemalî’ye cemile olarak Mukattar Dağı’nda küçük ama güzel bir cami ve türbe inşa edilmiştir.
Son dönem Fatımîlerinden İbn-i Bayatihî’nin 1125’te Kahire’de yaptırdığı El Akmer Camii, küçük, fakat orijinal bir camidir. Mısır’ın ilk stalaktit kullanılan camisidir.
Şimdi, Fatımîlerin son yüzyılındaki olayları özetleyelim: 1099 yılında Haçlılar Kudüs’e girdi. Orta Asya’dan gelen Türk boyları Horasan ve İran’a hâkim oldular. Bir boy da Afganistan yönüne gitmiş, Gazne’ye hâkim olmuş, Gazneli Mahmut Hindistan’a ilerlemişti. Haçlılara karşı İslâm’ı korumak, işte bu Türk cengâverlere düşüyordu. Musul Türklerinden Atabeg 1128’de Halep’i, oğlu Nurettin 1154’te Şam’ı işgal etmişti. Atabeg, Halep’te ilk medrese olan Ez Züccaciye’yi kurmuşsa da medrese bu günlere gelememiştir. Halep’teki büyük kilise camiye, sonra da El Halaviye medresesine çevrilmiştir (1148). Nurettin’in inşa ettirdiği Al Aybiy Şah Medresesi’nde de zengin yazı frizleri vardır. Ancak bu anıtlarda, döneminin Hıristiyan mimarlık üslûbu etkileri görülmektedir.
EYYUBÎLER DÖNEMİ (1174-1250)
Selahattin Eyyubî, 1138’de Irak’ta doğdu. Nurettin’in Şam’da bulunan sarayında eğitim gören Selahattin Eyyubî, Mısır’a vali olarak atanmıştı. 1174’te bağımsızlığını ilan etti. Mısır’ın tek hâkimi oldu. Şam ve Filistin üzerine yürüdü. Kudüs’te bulunan Haçlıları yenilgiye uğrattı ve Kudüs’ü geri aldı. Kudüs’te Haçlıların kilise haline getirdiği Mescid-i Aksa’yı tekrar camiye çevirdi ve onarttı (1187). Böylece 1099’da Haçlıların eline geçmiş olan Kudüs, 88 yıl sonra tekrar İslâm hâkimiyetine dönmüş oluyordu.
Filistin’de Haçlıların inşa ettiği Norman üslûbu eserlerden örnek alarak yaptırdığı Kahire’deki kale ve surlar bu gün de takdirle karşılanıyor. Selahattin Eyyubî, Kahire kentini geliştirdi ve kentte önemli eserlere ismini bıraktı. Kahire’de yaptığı ilk eser, İmam-ı Şâfii’nin türbesi ile cami ve hastane olmuştur. Türbenin kubbesi, oyma desenli taş örgüsü ile bir sanat şaheseridir.
Kudüs’te, Şam’da ve Halep’te Eyyubî döneminden kalan pek çok ve değerli eserleri vardır. Selahattin Eyyubî, 1193’te Şam’da vefat etti. Türbesi Şam’dadır. Eyyubîler, yarım yüzyıl daha hüküm sürdükten sonra yerlerini Memlûk Türklerine terk etmek zorunda kaldılar.
MEMLÛKLAR DÖNEMİ (1250-1517)
Türk Memlûk sultanları XIII. yüzyıl ortasında Mısır’a hakim oldular ve halifeliğe sahip çıktılar. İki buçuk yüzyıl süren Memlûk Sultanları döneminde Mısır, özellikle Kahire, en parlak dönemini yaşamış, kentte birçok anıt yapılmış, her alanda olduğu gibi mimarlık alanında da büyük gelişmelere sahne olmuştur. 267 yıllık dönemde (1250-1517) 18 halife gelmiş-geçmiş, I. Mustansır’dan başlayan halifelik, III. Mütevekkil’le son bulmuş ve Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim halifeliği devralmıştır.
Şimdi Memlûklar döneminin önemli mimarlık eserlerini özetleyelim: Sultan Baybars Camii (1267), Sultan Kalavun Cami, türbe ve hastanesi (1285), Melik-en Nâsır Camii (1290’lar), Sultan Hasan Camii (1356-1362) Kahire’deki önemli anıtlardır.
Özelikle Sultan Hasan Camii, orta avlusu, avluya girilen stalaktitli taç kapısı ve 8 sıra pencereli yüksek duvarları ve de minaresi ile bir sanat şaheseridir. Arap yazı sanatı ile bezeli frizler, gümüş kakma kapılar dekoru tamamlar. Bu camide, geleneksel kare plan terk edilmiş, haç planlı camilere geçiş yapılmıştır.
1380-1500’ler arasındaki Çerkes asıllı sultanlardan Berkok, Ferec, Müeyyed, Parsbay ve Kayıtbay’ın inşa ettirdikleri cami ve sultan türbeleri ilginçtir. Kayıtbay Cami, türbe ve Medresesi (1472-1474) dış cephelerinde yatay şeritler halinde siyah-beyaz duvar örgüsü ile bir ilki geçekleştirmiştir. (Bu gelenek, Osmanlı’da küfeki taşı ve horasan tuğlaların yatay şeritler halinde örülmesi ile devam edecektir.) Cami ve türbedeki yüksek boylu küresel kubbelerdeki oyma desenli taş işçilikleri yapılara ilginç özellik kazandırmaktadır. (Kışların hafif ve az yağmurlu geçtiği bu ülkelerde yapılan kubbelerde, herhangi bir metal kaplamaya gerek görülmeden taş kubbe yapılabilmektedir. Kuzey bölgelerdeki kubbeler, Bizans ve Osmanlı’da olduğu gibi kurşun, daha kuzeydeki Avrupa ülkelerinde bakır levha ile kaplanmaktadır.)
İRAN ve HORASAN
Abbasi saraylarında önemli görevlerde bulunan Türk askeri, zaman zaman iktidardaki kötü yönetime karşı darbe düzenliyor, halifeyi değiştirebiliyordu. (Tarih tekerrürden ibarettir diyenler doğru söylemiş.) Yine bölgede zaman zaman oluşan anarşiden faydalananlar, bir takım yerleri ele geçiriyor, bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.
Abbasi Halifeleri döneminde, 880’de, Buharalı Safari ailesi İran’da, 945’te Hz. Ali sempatizanları yine İran’da iktidarı ele geçirmişlerdi. Büveyhoğulları ve Samanoğulları, kabına sığamayıp Orta Asya’dan batıya ilerlemeye azimli Türk boylarına karşı İran’da tampon görevi görüyorlardı. Buna karşın Sir-i Derya’dan (Seyhun nehri) çıkan Tuğrul Beg, Selçuklu ordusunun başında Horasan’ı ele geçiriyor, İran’a yöneliyor, Bağdat’a kadar iniyor, Bizans için büyük tehdit oluşturuyordu. Diğer bir Türk boyu olan Gazneliler, Afganistan’da imparatorluk kuruyor, Kuzey Hindistan’ı etkisi altına alıyordu.
M.Ö. IV. Yüzyıldan M.S. IX. ve X. Yüzyıllara kadar bölgenin idari merkezi Buhara idi. Semerkand, ‘İpek Yolu’ üzerindeki konumu, dolayısıyla ekonomisi ile ve zamanla önem kazandı. Çin’den gelen ve Türk bozkırlarını aşarak Merv’den geçen yol, Semerkand’a ulaşıyor, keza Hindistan ve Afganistan’dan gelen diğer bir yol Belh ve Tirmiz üzerinden Semerkand’ı buluyor ve batıya devam ediyordu. (Bilindiği gibi Semerkand, vezirinin kızı Şehrazat ile 1001 Gece Masalları’na da konu olmuştur.)
Bu politik ve ekonomik gelişmeler paralelinde, İran ve Horasan sanatının, mimarlık üslûbunun ve mimarlık eserlerinin İran – Sasani uygarlığı kökenli olduğunu, İslâm - Arap üslûbunun bölgeyi etkilemediğini, bu mimarlığın İslâm’a çok şeyler kazandırdığını görüyoruz.
Buhara’nın önemli mimarlık eseri olan Kalın Minare, ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar’a aittir.
Halife Harun-ur Reşid döneminde, 787’de Kazvin kentinde (Hazar Denizi güneyinde) yapılmış Cuma Camii’ndeki, yine İsfahan’daki Cuma Camii’ndeki taç kapılarda basık sivri kemer tonozlar, tonoz içi giriş kapısı üzerinde bulunan friz ve aynalardaki motifler, ana mekânı örten kubbe formu, İran – Horasan mimarlık üslûbu olarak karşımıza çıkıyor. Bu da bize, Arap yarımadasındaki bir alt kültürün, İran-Horasan’daki bir üst kültürü etkileyemediğini gösteriyor.
Keza Bağdat’ta Halife Harun-ur Reşid’in karısı Zübeyde Hanım’ın türbesi ile üç yüzyıl sonra, 1157’de Bamyan bölgesinde (Hazar’ın doğusu), Amu Derya’ya (Ceyhun nehri) yakın Merv kentinde yapılan Sultan Sencer türbesi aynı İran üslubunu içermektedir. Her iki türbede de 8’gen prizma kitle üzerinde yüksek konik külâh-kubbe görülmektedir.
İLHANLILAR DÖNEMİ (1256-1344)
İlhanlı devleti Cengiz Han’ın torunu Hulâgû Han tarafından kuruldu (1256). İlhanlı’nın Türkçesi ‘Büyük Kaanlı’ anlamındadır. Çünkü Kaan, Moğol Büyük Kaanı’na bağlı idi. Başkent Tebriz’di. 1258’de Bağdat’ı aldı ve Abbasi iktidarına son verdi. Ve de Anadolu Selçuklularına egemen oldular. Bu dönemde Orta Asya’dan Anadolu’ya yoğun Türkmen göçü yaşandı. Türkmenlerin çoğunluğu, 1295-1304 yılları arasında Şamanizm’den ve Budizm’den Müslümanlığa geçtiler. Bu dönemde de aynı mimarlık üslûbu varlığını sürdürdü. Meraga kentinde (Tebriz güneyinde) bulunan Hulâgû’nun kızının türbesinde (1260), Nahcıvan’da Mümine Hatun türbesinde, Sultaniye’de (Meraga’nın güneyinde) Muhammed Olcaytû Hüdâbende türbesinde (1320) İran üslûbunun devam ettiğini görüyoruz. Olcaytû türbesinin farklı mimari özelliğini belirtmeden geçemeyeceğim: 8’gen prizma kitlenin alt kademesi masif, üst kademesinde her bir 8 yüzeyde ortada geniş, iki yanda dar açıklıklı kemer sistemi ile galeri oluşturulmuştur. Galeri içinde oluşan güneş-gölge oyunları ile yaratılan mimarlık sanatı cepheyi ilginç kılmakta, üzerinde yükselen sivri kemere tur attırarak oluşturulan kubbe kompozisyonu tamamlamaktadır.
Verâmin kentinde (Hazar güneyinde, Rey ve Kum kentleri arasında) inşa edilmiş Ulu Cami (1322), yukarıda açıkladığım VIII. Yüzyıl eseri Cuma Camileri ile aynı mimarlık üslûbunu ve motiflerini devam ettiren bir eserdir. Tebriz’de 1450’de inşa edilen Mavi Cami, taç kapısı ve motifleri ile İran mimarlık üslûbunu devam ettirmektedir. TİMURLULAR DÖNEMİ (1370-1501)
Timur, yaptığı seferlerle Harezmler, Türkistan, İran, Hindistan, Suriye, Irak, Altınordu ve de Osmanlı topraklarına hâkim olmuştu. (1402 Ankara savaşında Yıldırım Bayezid’i mağlup ettiğini anımsayalım.) Bu dönemde Moğol mimarlığından bahsetmek söz konusu olamaz. Dönemlerinde yapılan tüm eserlerde, örneğin Semerkand’daki Şah Zinde Camii ve türbelerinde (1392) koyu mavi çini kaplı taç kapılar ve kubbeler, İran mimarlık sanatının şaheserlerindendir. Keza Semerkand’daki Timur Türbesi’nde de (1405) İran mimarlık özellikleri devam etmektedir. Timur türbesi, İsfahanlı bir mimarın eseridir. Silindirik beden duvarları, sivriye yakın ve yüksek yarı küresel ve dilimli kubbeyi taşımakta olup mavi rengin hâkim olduğu seramikle kaplıdır.
SAFEVİLER DÖNEMİ (1502-1736)
Safevîler dönemi, her açıdan olduğu gibi mimarlık eserleri açısından da parlak bir dönemdir. Bu dönemde Erdebil’de, İsfahan’da olgun mimarlık eserleri ortaya çıkmıştır. İsfahan’da bulunan Şah Nakşi Cihan Meydanı, gerek zemin, gerekse çevre orantıları açısından dünyanın en güzel meydanlarından biridir. Meydan’da bulunan ve Şah Abbas döneminde yapılan Mescid-i Şah’ta yine aynı üslûpta taç kapı ve iki yanında silindirik ince minareler ve şerefeler yer almıştır. (İleride aynı kavramın (konseptin), Selçuk eserlerinde de tekrarlandığını göreceğiz.)
Yine İsfahan’daki Çehel Sütun Sarayı’nın duvarları, konulu resimlerle donatılmıştır. Resimlerde minyatür sanatından ileri, perspektife yakın derinlik hissedilmektedir. Bu resimleri İslâm’ın resim yasağına başkaldırı olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmaz. Örneğin önemli bir duvar resmi, Safevî hükümdarı Şah Tahmerb’in Babür (Türk-Hind) hükümdarı Hümayun’u kabulünü canlandırmaktadır. Resim kompozisyonu çok dengeli ve derinlikli tertiplenmiş, insan yüzlerinin detaylı tasvirinden çekinilmemiştir.
Bağdat bölgesinde bulunan Kâzımiye Camii de bir XVI. Yüzyıl İran klâsiğidir. Bu camide taç kapının yerini alan iki yüksek sütun arasından girilen üç açıklıklı revak ve iki yanında daha alçak 4 açıklıklı 5 sütunlu revak almıştır. Ana mekân üzerini yine İran özellikli kubbe örtmektedir.
Şimdi bu mimarlık eserlerinde kullanılan ana inşaat malzemesine bakalım. Evvelki yazımda Samerra’da, kadim Mezopotamya teknolojisi ürünü pişmiş toprağın (tuğlanın) ana inşaat malzemesi olarak kullanıldığını anlatmıştım. İran mimarlık eserlerinde de pişmiş toprak geleneği gelişerek devam etmiştir. Beden duvarları, tonoz ve kubbeler yanında stalaktitli taç kapılar, frizlerdeki Arap elifbası yazılar, pencere üstü aynaları ve de dış cephelerdeki geometrik motifler çok ince işçilikle tuğladan imal edilmiştir. Pişmiş toprak teknolojisi gelişerek sırlı pişmiş toprak (seramik) imaline geçilmiş, bu malzeme de iç ve dış cephe kaplamasında, tonoz ve kubbelerde kullanılmıştır. (Timur türbesindeki dilimlerden oluşmuş kubbede olduğu gibi). Peki, bin yıllar boyu kalıcılığını sürdüren doğal taş malzeme yerine niçin daha az dayanıklı tuğla ve seramik malzeme kullanılmıştır acaba? Bunun nedeni İran, Horasan, Semerkand bölgelerinde işlemeye ve yapıda kullanılmaya uygun nitelikte kayaların bulunmaması, dolayısıyla büyük ölçekte taş ocaklarının açılamamasıdır. Ancak Kuzey Irak’taki dağlık bölgelerde taş ve mermer ocakları açılabilmiştir.
Görüldüğü gibi İran (Fars) mimarlığı başlı başına bir ekoldür. Bu mimarlık sanatını yaratan nedenler, İran’ın yüksek kültüründe yatmaktadır. Şimdi bu mimarlığı yaratan ortama, dönemin önemli kültür duraklarına bir göz atalım: 932’de Firdevsî doğdu; 1010’da Şehname’yi yazdı. 1048-1131 yılları arasında Ömer Hayyam yaşadı. Hayyam, rind meşrep rubaileri yanında filozof, matematikçi ve astronomdu da. XIV. Yüzyılda Hafız-ı Şirazî yaşadı. (Bu vesile ile Hâfız için yazdığı şiirle Yahya Kemal’in ruhunu şâd edelim.)
Böylesine geniş kültür, elbette ki kendi mimarlık üslûbunu da yaratacaktı. Zaten, kültürün olmadığı yerde sanat da olmaz.
HİNDİSTAN VE ÇİN
İslâm, Hindistan’a Afganistan’ın dağ geçitlerinden güneye inen Türkler tarafından yayıldı. X. Yüzyılda Gazne orduları Kuzey Hindistan illerini ve Pencap’ı ele geçirdi. Gaznelilerin Gazne ve Herat kentlerindeki mimarlık eserlerine, arkeoloji dünyasında her ne hikmetse fazla ilgi duyulmamıştır. Bu bölge yapılarında da genelde İran mimarlık üslûbunun hâkim unsur olduğu bir gerçektir. Kuzeyden Hindistan’a inenlerin Hindistan’da inşa ettikleri eserlerde, İran mimarlık üslûbu devam etmekle beraber, yerel ‘Jaina’ mimarlık üslûbuna ait çizgi ve motiflerin de beraberce kullanıldığı görülmektedir.
XIII. Yüzyıla geldiğimizde, Delhi’de Kutub Camii ve de Ajmir Camii’nde plan kurgusu, taç kapısı ve kubbeleri ile İran üslûbunun devam ettiği, sadece aşırı süslemelerde yerel motiflerin kullanıldığı görülüyor. Kutub Camii haziresindeki İltutmuş türbesinde ve simetriğindeki Alâeddin kapısında Hindistan asıllı Jaina üslûbu süslemelerinin ağırlık kazandığı anlaşılıyor (1295-1321).
Bölgeye en önemli mimarlık eserlerini kazandıran dönem, Babür İmparatorluğu dönemidir (1526-1858). Bu büyük Türk İmparatorluğu 332 yıl payidar olmuştur. İmparatorluğun kurucusu Babür Şah’tan günümüze her ne kadar anıt kalmamış ise de Şah’ın yazılı anılarından başkent Agra’da ve Givalior’da birçok eser yaratmış olduğunu anlıyoruz.
Babür Şah’ın oğlu Hümayun Şah, taht rakibi Şir Şah ile olan mücadelesi esnasında, Purana Kilâh Camii ve Delhi Surları’nı inşa etmiştir. Delhi kalesi, bu gün de kendi adı ile anılmaktadır.
Hümayun Şah’ın oğlu Ekber Şah, Delhi’de babası için Hümayun Şah Türbesi’ni yaptırmıştır. Bu türbe de plan ve kitle kurgusu ile İran bahsinde anlattığım İran türbeleri ile eşdeğer olup, fazladan Hind süsleme sanatında kullanılan mermerler ve değerli taşlarla bezenmiştir. Fetihpur’un önemli eserleri de bu dönemde inşa edilmiştir. 1574 inşa tarihli Sikri Camii, basık sivri kemer tonozlu taç kapısı, kapıyı çevreleyen dikdörtgen silmeli söğeleri ve taç kısmında 13 kemercik üzerinde 13 küçük kubbe ve de arka planda 3 kubbe altındaki kapı ve pencereler kompozisyonunun içinden girilen bir camidir. (13 kemercik ve kubbeciği fotoğraftan saydım. Demek ki 13’ün uğursuzluğu safsatası orada geçerli değil.) Bunun dışında aynı dönemde yapılmış cami, türbe ve saraylar vardır. Agra Ulu Camii de bu dönemin eseridir. Ekber Şah’ın Secundra’daki türbesi, ilginçtir ki ayrıcalıklı olarak, hâlâ etkisi devam eden Buda üslûbunda yapılmıştır.
Oğlu Cihangir Şah, Lahor’daki Lahor Camii’ni ve Agra’daki İtimadüddevle Türbesi’ni inşa ettirmiştir. Lahor Camii, plan kurgusu, mozaik ve çini motifleri ile tam bir İran mimarlık üslûbunu sergiler.
Şimdi size, belki de dünyanın en büyük aşkının ve bir erkeğin sadakatinin simgesini anlatacağım: Aşkın kahramanı ve sadık erkeği, Babür İmparatorluğu’nun 5. hükümdarı Şah Cihan’dır (1593-1666). Şah Cihan’ın sevgili eşi Mümtaz Banu Begüm, genç yaşta, çocuğunu doğururken vefat etti. Şah, başkent Agra’da, Jumna nehri kıyısında 305 x 580 metre ebatlı dikdörtgen avlu üzerine ‘Tac Mahal’i inşa ettirdi. Şah, mimarlar arasında açtığı yarışma ile Osmanlı İmparatorluğundan, İstanbul’dan gelen ve Mimar Sinan geleneğinin şakirdlerinden, mimar Mehmed İsa Efendi’yi ve mimar Mehmed İsmail Efendi’yi inşaata memur etti. Dekorasyonu için de yine İstanbul’dan gelen hattat Serdar Efendi’yi seçti. İnşaat 1630-1652 yılları arasında bitirildi. Sonuçta ortaya muhteşem bir eser çıktı. Ben binayı görmedim. Ama hepinizin bildiğini zannettiğim fotoğraflarında gördüğümüz kitle orantıları, kubbenin zarafeti, 4 yanındaki kule-minareleri, iki yanda kompozisyonu tamamlayan ek binaları ve de suya vuran aksi ile bu muhteşem eser karşısında ürpermemek kabil değil. Taç kapının yüksekliği 33 metre, kubbenin yüksekliği 82 metre ölçülmüş. Kubbe çift cidarlı olup iki kubbe arasındaki mahalde Şah Cihan’ın ve Mümtaz Banu Begüm’ün sandukalarının muhafaza edildiğini, burada sesin 7 kere yankılandığını okumuştum. Karı-kocanın yan yana naaşları Tac Mahal merkezinde, zeminde yatıyor. Böylece karı-koca, iki cihanda da birbirlerinden ayrılmamış oluyorlar. İnşaatta ince mavi damarlı beyaz mermer kullanılmış. İç mekân kıymetli taşlarla bezenmiş. Hattat Serdar Efendi, Yâsin Suresi’nin tamamını iç mekânda çepeçevre dolanan friz üzerine yazmış.
Burada bana ilginç gelen ve hiçbir kitapta rastlamadığım bir husus var: Yapıyı yapan mimarlar Mimar Koca Sinan klâsik mimarlık ekolünün çırakları. Mimarların yaşadıkları yıllar, klâsik Osmanlı mimarlık sanatı altın yıllarının devam ettiği yıllar. Örneğin, 1616 inşa tarihli Sultanahmet Camii, 1663 inşa tarihli Yeni Cami ve daha birçok cami, türbe, medrese, han, hamam, … klâsik dönemi devam ettiriyor. Bu mimarlar İstanbul’dan gidiyorlar ama oraya klâsik Osmanlı mimarlığı damgasını vurmuyorlar; Hindistan’da gelenekselleşmiş İran mimarlık üslûbunu devam ettiriyorlar. Buna aklım ermiyor. Şu var ki, İran üslûbunun çok mükemmel yorumunu yapıyorlar. Demek ki mimarlık sanatında bu gün de söz konusu olan ‘çevreye uyum’ ilkesi burada da geçerli olmuş.
Şimdi buradan Çin’e uzanalım: Ne var ki İslâm mimarlık üslûplarında alışageldiğimiz yapıları Çin’de bulamayacağız. Tarihçilerin yazdığına göre İslâm, daha Hicret’in ilk yıllarında Çin’e girmiş ve VIII. Yüzyıl ortalarında ülkeye hâkim olmuş. Ama bir hakikat var: Çin uygarlığı, Çin sanatı ve mimarlığı gelenlerden çok daha üstün. Çin mimarlığı, çevreye, iklim şartlarına, yaşam biçimine uygun gelişmiş ve de sanat değeri olan bir mimarlık. Onun için Çin’de İslâm mimarlığının tipik özelliklerinden bahsetmek çok zor. Yapılan camilerde, Çin mimarlığındaki insan ölçüsüne uygun mütevazı girişler, bol yağan yağmuru dengeli bir şekilde zemine akıtan yukarıya kıvrık çatılar devam etmiş. Şadırvanlar minyatür köşkler gibi sevimli bir hal almış. Minare yapılmamış. Mihrap, basit bir kemerle ifade edilmiş. İç dekorasyona klasik Çin süslemesi hâkim olmuş.
Velhasıl klâsik İslâm mimarlığı, bu yüksek kültüre nüfuz edememiş.
İSLAMIN YÜKSELEN YILDIZI :
TÜRK MİMARLIĞI
Batının sanat ve mimarlık tarihi kitaplarında bir kolaycılık vardır. İslâm mimarlığını bir çırpıda ve aynı pota içinde anlatırlar. Hâlbuki İslâm mimarlığı içinde İran, Hind ve de Türk mimarlığı, başat (dominant) mimarlık üslûplarını sergiler. Bir örnek vermek gerekirse, birçok ayırıcı özelliklerden biri olan Arap üslûbundaki dört köşeli (kare planlı) ve battal minareler, İran, daha sonra Türk mimarlığında yuvarlak ve narin bir güzelliğe dönüşmüştür. Türkler, İslâm sanatından aldıklarının katlarca fazlasını İslâm’a vermişlerdir.
Türk boyları, İslâmlığı zor kullanılarak, kanları bahasına kabul etmişlerdir. Şaman dedenin ‘’İn görürem, cin görürem korkmıram / Harda Müselman görürem korkıram’’ deyimi o günleri ifade eder. Türklerin Şaman ve Buda kültürleri hiç de azımsanacak bir düzeyde değildi. Keza mimarlık sanatında da Arap Yarımadası ile kıyaslanmayacak düzeyde ileri idiler. Evet, Orta Asya’nın sert iklim şartlarından bu güne toprak üzerinde bir eser kalmamıştır. Ama kazılarda bulunan silah ve süs eşyaları bu topraklardaki uygarlığı gösteriyor. Bu eşyalardaki motiflere, bu günün Anadolu Türkmen halı ve kilimlerinde rastlanabiliyor. Uygur başkenti Turfan’daki uygarlığı, Bizans belgelerinden ve yapılan kazılardan öğreniyoruz. Orhun anıtları üzerindeki Türkçe metinler ve de Türk abecesi, bu bölgede Türk kültürünün ne denli kuvvetli olduğunu bize anlatıyor.
Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra yeni dinin en büyük müdafii ve cengâveri olmuşlardır. İslâm kültürü ve İslâm coğrafyası Türklerle büyük gelişme göstermiştir. Hıristiyanlığın beşiği sayılan Anadolu, Türklerin sayesinde bu gün bir İslâm yarımadası olmuş, yurdun her köşesi Türk mimarlık eserleri ile bezenmiştir.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.