Acaba hiç düşündük mü; niçin sanat tarihi literatüründe hep İslâm sanatından, İslâm mimarlığından bahsedilir de Hıristiyan sanatı, Hıristiyan mimarlığı deyimi kullanılmaz? Bizde İslâm Eserleri Müzesi vardır da batıda niçin Hıristiyan Eserleri Müzesi yoktur? Bunda İslâm’da tarih boyunca din ve devletin aynı potada eritilmesinin rolü var mıdır? Bir de şu var: İslâm’da insanın günlük yaşamının önemli bölümünü kapsayan bir dini yaşam söz konusudur. Bu nedenledir ki, İslâm mimarlığında cami, medrese gibi ibadet ve dini öğretim mekânları, türbe gibi öbür dünya yapıları ön plana çıkmıştır. Diğer sosyal yapılar önemsenmemiştir. Arap ülkeleri dışında sadece Selçuklu ve Osmanlı (Türkler), tabhane, imaret, darüşşifa, han, kervansaray, hamam, çeşme gibi sosyal yapı mimarlığına önem vermiştir.
Ortaçağ Avrupa’sında da kilise = herşey’di. Ortaçağ karanlığından kurtulan Hıristiyan dünyasında dini yaşam, insanoğlunun uğraşları içinde fazla yer kaplamamaya başladı. Sonuçta Pazar ayinleri ve Noelle sınırlı kaldı. Batı, bu sayede uygarlık yolunda büyük adımlar attı. Sosyal yaşamlarında, kütüphane, opera, tiyatro, konser salonları, güzel sanatlar galerileri, saraylar, bilim, teknoloji ve spor yapıları gibi; festivallere, toplantılara, danslara sahne olan kent meydanları gibi mimarlık eserleri yer aldı. Mimarlık sanatında salt din mimarlığı değil, sosyal donatılarla beraber dinî yapıları da içine alan romanesk, gotik, rönesans, ampir, rokoko, eklektik, arnuvo, modern, postmodern, … gibi stillerde eserler ortaya çıktı.
Hz. Muhammed’in yaşam döneminden zamanımıza hiçbir mimarlık eseri gelmemiştir. İlk mimarlık yapıtı olarak sadece evvelden de var olan Kâbe’yi anabiliriz. İslâm’dan önceki Araplar, kabileler halinde küçük yerleşim birimlerinde, Bedeviler çöllerde göçebe çadırları içinde yaşadıkları için kendilerine özel mimarlık üslupları olmadığı gibi, evleri de geometri bilimine dayanmayan basit yapılardan ibaretti. Kendi kabukları içinde Mısır, Antik Yunan, Roma ve diğer uygarlıklara ait mimarlık eserleri onlara hiç ulaşamamış, kendileri de bir mimarlık üslubu yaratamamışlardı. Ancak her türlü soyut kavramları da içeren geniş Arap dilini ve yazısını dikkate alırsak, aslında hiç de boş adamlar olmadıklarını teslim etmemiz gerektir.
Kuzeyde İran, büyük bir uygarlıktı. Dolayısıyla mimarlık açısından da çağın ilerisinde bir ülke idi. Keza Semerkand, Taşkent gibi Ortaasya ve Göktürk illeri de uygar diyarlardı. Mimarlık sanatı nedir bilmeyen Araplar, İslâm’ın fetihlerle yayılma safhasında mimarlık eserleri ile tanıştılar. Ele geçirdikleri kentlerdeki binaları kendi amaçları doğrultusunda kullanıyorlar, düzgün bir eseri hemen camiye çeviriyorlardı. Fetihlerde Müslüman olmayanlara karşı çok gaddar, çok acımasızdılar. Kent talanları, savaş ganimetleri ile halife ve askerleri büyük servet sahibi oldular. Çin saldırıları sonucu çöken Göktürk devleti, aşiretlerden oluşan Han’lıklara dönüşmüştü. Bu nedenle Türkler üzerine yapılan saldırılarda başarılı oldular. İslâmlık, altı yüzyıl içinde doğuda Hindistan, batıda İspanya’ya kadar yayıldı.
Yeni yaptıkları inşaatlarda fethedilen yerlerde buldukları mimar ve ustaları kullandılar. Horasan, İran ve Bizans yapıtları, bölgeler arasında değişik üsluplar sergileseler de İslâm kültürü ile bağdaşarak yeni Arap mimarlık üslubunun doğmasına neden oldular. Keza İspanyol mimarlığından etkilenen Endülüs mimarlığında da kendine özel Arap damgası bariz olarak hissedildi.
İslâm mimarlık eserleri anlatılarına geçmeden evvel, özellikle İslâm’ın yeryüzündeki yayılışını ve mimarlık oluşumlarını ve eserlerini, kısmen ve olabildiğince kronolojik sıra içinde özetlemekte ve bir liste sunmakta yarar görüyorum: Evvelâ İslâm’ın başlangıcı olan VII. Yüzyıldaki Ortadoğu’nun siyasal, ekonomik ve sosyal durumları ile bu etmenlere bağımlı olarak gelişen kentleşme ve mimarlık oluşumlarına bir bakalım:
Ortadoğu ülkeleri, batıda Mısır, güneyde Arap Yarımadası, kuzeyde Mezopotamya ve doğuda İran’dan oluşur. Petrolün bilinmediği bu dönemlerde bölge, tarım, hayvancılık ve ticaret sektöründen geçimini sağlıyordu. Özellikle Mısır’da Nil deltası, Mezopotamya’da Dicle ve Fırat havzalarında, Arap Yarımadası’nın güney bölgelerinde tarım; çöllerin ve ancak kısıtlı vahaların bulunduğu iç bölgelerde hayvancılık, hurma ve kervan ticareti gelişmişti. İpek Yolu ile batıya, Çin’in ipek, Hindistan’ın baharat ticareti de Horasan ve İran illerini ayakta tutuyordu. Bölgede Sasani, Roma ve Bizans paraları tedavül ediyordu.
Bölgenin nüfus çoğunluğunu Araplar, Yahudiler, Koptlar, Persler, Romalı ve Bizanslılar oluşturuyordu. Her halk, kendi bölgelerinde çoğunluğu oluşturmakla beraber Yahudiler, hemen her bölgede varlıklarını sürdürüyorlardı. Bölgede geçerli dil, İbranice, Arapça ve Farsça idi. Türkler, bölgenin dışında ve kuzeyde kalıyorlardı.
Kudüs’te, Suriye’de Hıristiyanlar kiliselerinde, İran’da Sasaniler Zerdüşt tapınaklarında, Museviler hemen her yerdeki sinagoglarında dinlerini yaşıyorlardı. Araplar ise putlar yolu ile Tanrı’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Arapların günümüze intikal eden tek dinî yapıları Kâbe idi. Kabileler halinde yaşıyorlar, her kabilenin benimsediği putlar Mekke’de, Kâbe’de toplanıyordu.
Putperest Arapların kutsal yapısı Kâbe üzerinde biraz duralım: Kutsal kitaplardaki anlatılara göre Kâbe’yi inşa edenler, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’dir. İbraniler, Hz. İbrahim’in ataları sayılırlar. Kâbe’nin ilk inşasında üzerinin açık, ihata duvarı ile çevrili bir mahal olduğu tahmin ediliyor. Baba-oğul, Ebu Kubeys Dağı’nda bulup getirdikleri Hacer-ül Esved’i (Kara taş) yapının doğu köşesine vaz etmişler. (Al-i Ümran Suresi 90. ve Bakara Suresi 121. ayetler) Sonraki devirlerde yapılan inşaatla bina, geometrik küp şeklini almış. Zaten Kâbe sözcüğü de mikâb = küp’ten geliyor. Bazı kaynaklarda, Hz. Muhammed’in gençlik yıllarında, 605’lerde oluşan büyük selden veya yangından Kâbe’nin yıkıldığı anlatılıyor. Yıkımın ardından Kâbe’yi yeniden inşa edebilmek için malzeme ve usta kıtlığı çekildiği sırada, Habeşistan’da (Etyopya’da) inşa edilecek kilise için malzeme götüren ve Cidde’de karaya oturan bir Bizans gemisinde bulunan inşaat malzemelerinin, özellikle kerestenin ve aynı gemide bulunan inşaat ustası Bizanslı Bagum’un (?) Mekke’ye celp edildiği, kâgir inşaatın Bagum usta, ahşap çatının Mekke’de oturan Mısırlı bir Kopt (Kıpti) usta tarafından yapıldığı, Hacer-ül Esved’in –ki bu da bir nevi puttur- 4 kişi tarafından ellenmeden bir sedye yardımı ile taşınarak yerine konduğu, bu kişilerden birinin genç yaştaki Hz. Peygamberimiz olduğu rivayet ediliyor.
Kâbe içinde 360 kadar put vardı. Ortada, üzerinde gelmiş geçmiş peygamberlerin tasviri bulunan Hubel putu yer alır, çevresinde her kabilenin iletişim kurduğu diğer putlar sıralanırdı. Bu putlardan en çok bahsi geçenler, Hz. Peygamberimizin de mensubu bulunduğu Kureyş kabilesinin güneş tanrıçası Lât, Bedevi kabilelerin taptığı Uzza ve de Melat en meşhur tanrıçalardı. (Nedim Gürsel’in bu üç tanrıça ile ilgili konuları işleyen ‘Allahın Kızları’ romanı okunmaya değer bir eserdir.)
HZ. MUHAMMED DÖNEMİ:
Bu dönemden zamanımıza hiçbir mimarlık eseri intikal etmemiştir. Yapı ustalarının, konut yapılarını geleneksel metotlarla, geometri bilgisinden uzak, açı ve ölçü birliğine uymaksızın ve mahalli malzeme olan taş ve çamurla gerçekleştirdikleri sanılmaktadır. Hz. Peygamber’in tefekkür bâbında yalnız kalmak isteyişinde Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmesi, Mekke kentinde başını dinlemeye müsait hiçbir tesisin bulunmadığını akla getirmektedir.
Peygamber’in Mekke’de yeni dini, çevresine iletmekte zorlandığı, bu nedenle daha müsait bir ortam olan Medine’ye hicret ettiğini biliyoruz. (622) Bu dönemde Medine’nin adı Yesrib’di. Kasabanın yarısı Arap, diğer yarısı Musevi dinine mensup Yahudilerden oluşuyordu. Yahudilerin Hz. Peygamber’e yardımcı oldukları söylenir. Hz. Muhammed, kendinden önce gelmiş iki semavi dine, Museviliğe de İseviliğe de saygılı idi. Bu dinler de Ortadoğu’dan çıkmıştı. Ortadoğu, bu dinlerden evvel de bir kültür ve ahlak meşheri idi. Tevrat’ta zikredilen ‘10 emir’in Tevrat’tan çok çok eski ‘Hamurabi Yasaları’ tabletlerinde de bulunması bize bu kültür birikimini gösteriyor. Museviliğin bağnaz gelenekleri, İseviliğin, Hz. İsa’dan sonra abartılan Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesi (teslis) gibi aykırılıklar, putperestlerin cahilce ve bâtıl Tanrı inançları, kölelik sistemi, aklı başında insanları bu yeni dinin (İslâmiyet’in) aydınlığına çekiyordu. Tek Tanrıcılık, veciz ifadesini ‘Le ilâhe, il El-İlah’ (Tanrılar yoktur, tek Tanrı (Allah) vardır) da buluyordu.
Yesrib, dağınık ve gelişigüzel bir kasaba iken Hz. Muhammed’in gelişi ile kendisine destek verenler (ensar), ardından göç edenlerle (muhacirin) çehresi değişmeye, kuyumcu, terzi, marangoz gibi esnaf ve sanatkârın, kervan sahibi tüccarın yerleşmesi ile kentleşmeye başladı. Adı Medine = Kent oldu. Zamanla önemli ailelerin ve sözü geçen aile reislerinin (nakib) ve de aydın dindaşların çoğalması ile Medine-i Münevvere (Aydın Kent) diye anılmaya başladı.
Acaba ilk cami yapıları nasıldı? Bu konuda elimizde dişe dokunur doküman yok. Burada Sabahattin Eyüboğlu’nun Sanat Tarihi derslerinde anlattıklarını aklımda kaldığı kadarı ile ifade etmeye çalışacağım. Bilindiği gibi Arapça ‘cem’ toplama, ‘cemaat’ toplanan halk, ‘camia’ topluluk, ‘Cuma’ toplantı günü, ‘cami’ toplanılan yer (özel anlamda Müslüman mabedi) oluyor. İlk camilerde, her halde güvenlik gereği olarak, toprak zemin 3-4 metre kazılır, alt seviyede kare veya dikdörtgen planlı bir düzlük oluşturulur; çevre sedde duvarları ile takviye edilir; bir noktadan merdivenle inilir-çıkılır; çevreye direkler dikilerek revak oluşturulur; üzeri hurma yaprakları ile örtülürdü. Açık meydanın orta yerinde abdest almak üzere büyük bir su küpü bulunurdu. (Hoca bu bilginin kaynağını söylemedi ama merhum, mesnetsiz atan bir Hoca değildi.) Daha sonraki safhalarda kapalı mekânlar (mescitler) yapıldı. İlk minare ve ilk şerefenin de Bilal-i Habeşî’nin ilk ezanı okuduğu set üstü olduğunu söyleyebiliriz. Peki, Müslüman mabedine acaba niçin ‘cami’ denmiş? Çünkü mümin (iman edenler), toplandıkları revak altında imamla karşılıklı tartışır, her dileyen söz isteyerek bir nevi ‘panel’ gerçekleşirdi. Cuma namazı iki rekât kılınır, dindaşlar sulh ve sükûn içinde mabetten dağılırdı. (Günümüz Cuma namazları, politikacıların ve onların gözüne girmeye çalışan bürokratların gösteri alanına dönüşmüş, karşılıklı fikir teatisi yerine imamlar timsah gözyaşları dökerek saf çevrelere ‘one man show’ yapmaya başlamış, Hz. Peygamber dönemindeki 2 rekâtlık namaz da 16 rekâta çıkarılmış bulunmaktadır.)
Neyse, biz yine esas konumuza dönelim. Yeni din, kâh ikna ile kâh ‘gazve’lerle yayılmaya başlamış, artık Mekke’ye dönüş vacip olmuştu. Hicretin 8. yılında, 630’da Mekke’nin fethi ile Kâbe’deki putlar kırılmış, ama Hacer-ül Esved ve Yemenî taşına ilişilmemiştir. Bu sırada Hz. Ömer’in bu taşların da kaldırılması gerektiğini Hz. Peygamber’e söylediği, Hz. Muhammed’in bu öneriyi dikkate almadığı yazılmıştır.
Boşalan Kâbe mekânı, yeni dinin de kutsal mekânı olmaya devam etti. Zaten, Hz. Peygamber daha Medine’de iken namazını her zamanki gibi kutsal kent Kudüs yönüne doğru kılarken, birden Kâbe yönüne dönüş yapmıştı. Bu eylem, Bakara Suresi,139’da ‘Yüzünü Mescid-i Haram’a (Mekke’deki Kâbe’ye) çevir’ mealindeki ayette yer almıştır.
Putperestlik (cahiliye) döneminden beri yapılan Kâbe çevresindeki çevrinme (tavaf) törenleri, hicretin 10. yılında, 632’de yeniden düzenlendi ve İslâm’a uyarlandı. Böylece Kâbe’ye yeni işlev verildi ve ‘Hac’ farizası başlamış oldu.
Bu vesile ile Kâbe ve çevresi (Mescid-i Haram) yeniden düzenlendi. Düzenlemede tarihi olaylar yaşatıldı. Hacer-ül Esvet’in karşısında bulunan ‘Zemzem’ kuyusu kutsal su oldu. Alanda bir metre yüksekliğindeki dairesel duvar (El-Hatim) muhafaza edildi. Yine alanda bir taş vardı ki (sonradan kubbe ile örtüldü) Hz. İbrahim’in inşaatta yorulduğu zaman üzerine oturup soluklandığı taş olarak nitelendi. Sığ bir çukurluğa En-Nican (tekne) dendi ki Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in harç kardığı yer olarak kabul edildi.
Bu dönemden günümüze kalan hiçbir mimarlık eserini sizlere anlatamadığım için üzgünüm. Unutmayalım ki, dünya şaheseri Aya Sofya, bu dönemden bir yüzyıl önce (532-537) inşa edilmişti.
Hz. Muhammed, 632’de sonsuzluğa uçtu. Kendisinden sonraki ‘Halife’ler (Ardıllar), devletin ve dinin mücahitliğini yapmaya devam ettiler. Aralarında iyileri olduğu kadar kötüleri de vardı.
DÖRT HALİFE DÖNEMİ
Hz. Muhammed’in 632’deki vefatından sonra ‘Eshab’dan kişiler, onun halefi olarak başa geçtiler. Bu kişilere ‘Halîfe’ dendi. Zamanla yeni dini ikna yolu ile benimsetme ile beraber savunma amaçlı ve zorunlu ‘gazve’ler, yerini kılıçla, kan dökerek yayma eylemine dönüştü. Çünkü halifeler kendilerini sadece yeni dini yayan misyonerler olarak değil, aynı zamanda istilâcı bir devlet başkanı olarak görüyorlardı. Aslında konumuz, bu tip eylemleri anlatmak değildir. Ancak istilâlar sonucunda elde edilen ganimet ve toplanan vergilerle oluşan servet birikimi olmadan, yani devletin ekonomik durumu şu veya bu şekilde düzelmeden, ilk dönemlerde mimarlık değeri olan yapıları inşa etmenin olanaksızlığını hatırlatmak istiyorum.
İlk Halife Hz. Ebubekir (632-634)’den sonra Hz. Ömer’in halife olarak hüküm sürdüğü 10 yıllık dönemde (634-644) ‘devlet’ olma yolunda büyük adımlar atıldı. İlk Arap sikkesi Hz. Ömer tarafından bastırıldı. S’ad İbni Ebu Vakkas, Irak’ı ele geçirdikten sonra 638’de Kûfe kentini kurdu. Kûfe’de bir cami yaptırdı ise de bu yapı zamanımıza kadar gelemedi. Amr İbn-ül As, 639’da Mısır’ı aldı. Nil kıyısında Fustâd (Çadır) isimli bir yerleşim yeri kurarak burada da bir cami inşa ettirdi ise de bu cami de günümüze kadar gelemedi. Her iki caminin de mimarlık açısından değerleri var mı idi, yoksa basit birer mescit hüviyetinde mi idi bilmiyoruz.
638’de Halife Hz. Ömer, ordusu ile beraber kutsal kente, Kudüs’e girdi. Kudüs’ün fethi, diğer istilâlara nazaran farklılık gösterir. Çünkü kent, Museviliğin ve Hıristiyanlığın kutsal merkezi olduğu gibi Müslümanlarca da kutsallığı kabul edilmiş bir kentti. İlk Müslümanlar, namazlarını yıllar boyu Kudüs yönüne doğru kılmışlardı. İnsanoğlunun uygarlık tarihindeki antik kentlerinden biri ve de dinler tarihi açısından en önemlisi olan Kudüs (Yeruşalayim – Jerusalem) üzerinde biraz durmamız gerekiyor.
Bölge, M.Ö. XX. yüzyıllardan beri ‘Kenan Ülkesi’ olarak bilinirdi. M.Ö. 1450’lerde Mısır’dan çıkarılan Hz. Musa ve halkı bu bölgeye yerleştiler. İsrail kralı Hz. Davut döneminde Kudüs’ün Sion Dağı’nda bir çadır vardı. Museviliğin kutsal ‘Ahit Sandığı’ burada muhafaza edilirdi. Oğlu kral Hz. Süleyman (İbranice Şlomo – Salomon) M.Ö. 965 yıllarında burada ‘Tek Tanrı’ adına büyük bir mabedin inşasına başladı. İnşaat 7 yıl devam etti. Hiram Abif, kralın inşa ettirdiği ulu mabedin mimarı idi. Mabet, üstün bir estetik anlayışına sahipti ve döneminin en ileri inşaat teknolojisi ile kesme taş ve cilâlı mermerlerle inşa edilmişti. Mabede özel anlamları olan iki büyük sütun arasından girilirdi. Fakat ulu mabet, M.Ö. 586 yılında Babilliler tarafından yıkıldı. Museviler yılmadılar ve ikinci mabedi inşa ettiler. İkinci mabet, bu gün de Musevilerin kutsal mekânı ve de mabetten arta kalan orijinal parça olan ‘Ağlama Duvarı’ üzerindeki düzlükte yükseldi. (Duvarın solunda kalan ve zemin altında ilerleyen bir tünele ve sonundaki salona özel izinle girebilirsiniz. Çok ilginçtir.)
Hz. İsa’nın doğumu ile başlayan ‘Milat’tan sonra kent, ikinci semavi din olan Hıristiyan peygamberinin havarileri ile son yemeğine, acılar içinde kat ettiği yolun sonunda kendi taşıdığı ‘çarmıh’a gerilmesine tanık oldu. Esasen kentte M.Ö. 63 yılından beri Roma hâkimiyeti vardı. M.S. 70 yılında kent surlarını kuşatan Roma Prensi Titus, 6 aylık kuşatma sonunda surların 3’üncü kapısından kente girdi. Vandalizmin son kertesinde gözü dönmüş Titus, kenti yerle bir etti. Kutsal mabedi Eleazar Ben Simon yönetimindeki Zelotlar koruyordu. Mabet, aynı yılın ‘Tisa B’Av’ denilen uğursuz 29-30 Temmuz günü tahrip edildi. Kutsal mabet ikinci kez yıkıma uğramış oluyordu. Mabetteki hazine ve ‘Menorah’ (7 kollu şamdan) Roma’ya götürüldü. Bütün Roma, olayı ‘Titus Zafer Takı’ ile kutladı ve ebedileştirdi. Koruyucu Eleazar ve 960 Zelot efradı sarp tepe üzerindeki Masada Kalesi’ne sığınmıştı. Zapt edilemez sanılan istihkâma Roma ordusu aylarca süren çalışma ile toprak rampa yaparak ulaştı. İstihkâma giren askerler, Zelotların naaşları ile karşılaştı. Zelotlar, Romalıların eline geçmektense ölümü tercih etmişlerdi. (Bu gün de İsrail’e giderseniz Masada Kalesi’ni görme ve efsaneyi dinleme şansınız vardır.)
Roma İmparatorluğu, 395’te Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları olarak ikiye bölündüğü zaman Kudüs, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) toprakları içinde kaldı. Kent, İslâmiyet’in çıkış dönemlerine rastlayan 614’te Sasani istilası yaşamış, Hüsrev-i Perviz, Sion Dağı yamaçlarında yer alan Roma’nın pagan eserleri Herodes’in ve Hadrianus’un tapınaklarını yerle bir etmişti.
638’de Hz. Ömer kente girdi. Bu arada artık Harem-i Şerif adını almış bulunan Hz. Süleyman mabedi arazisi üzerine Kubbe-tüs Sahra’yı (Ömer Camii’ni) inşa ettirdi. Önemli mimarlık değerlerini içeren bu cami, İslâm mimarlık sanatının zamanımıza gelebilen ilk önemli eseridir. Cami, bu gün de mimarlık kurgusu açısından dünyanın en güzel eserlerinden biri sayılır. Planı, dış cephede 8’gen, iç cephede dairesel olup, orta aksında büyük ve yüksek bir kubbe yer almaktadır. Bu kubbe de İslâm mimarlığında bir ilktir. Kubbe örgüsünün, Mezopotamya ve İran etkili olduğu bilinmekte, kubbeyi taşıyan yeşil porfir orta sütunların ve sütun başlıklarının başka bir mabet yıkıntısından getirilmiş olabileceği düşünülmektedir. (Yakın zamana kadar yapılan mimarlık eserlerinde başka bir eser yıkıntısına ait malzemenin kullanılması adettendi.) Bu gün görülen altın mozaiklerle müzeyyen dekorasyonu, Emeviler döneminde, 691’de Halife Abdülmelik yaptırmıştır. Kubbe, bu gün de altın kaplaması ile dikkati çekmektedir. Caminin yapıldığı dönemde henüz mihrap ve minare yapılmıyordu. İç mekânda kubbe altına rastlayan orijinal ve doğal kayalık, Hz. Peygamber’in ‘Miraç’ gecesi göğe çıktığı yer olarak kabul edilmektedir. Bu kayalığın altında boşluk vardır. (Dar bir merdivenle inilen bu yere büyük izdihama rağmen girmeyi başarabilmiştim. Bir de Cami’nin içinde çeşitli yönlerde namaz kılanların yanında top oynayan çocukları, yere bağdaş kurup halı üzerinde yemek yiyenleri görünce çok üzülmüş ve şaşırmıştım.)
Halife Hz. Osman (644-656), batıda Mısır ve Kuzey Afrika’ya, kuzeyde Kıbrıs’a ve Ermenistan’a kadar uzanan fetihler yaptı. İran’da 2. Pers (Sasani) İmparatorluğu, 224 yılından beri hüküm sürüyor, mimarlık alanında ileri durumda bulunuyordu. Doğal yollarla zemine çıkan petrol, Zerdüşt tapınaklarındaki meşalelerde kullanılıyordu. Son Sasani İmparatoru III. Yezdigird, Hz. Osman askerleri karşısında mağlup oldu (651). Bu işgal sonucunda İran uygarlığının sanat ve mimarlık değerleri, ileride oluşacak Arap mimarlık sanatına büyük değerler katacaktır.
Dördüncü Halife Hz. Ali (656-660), 656’da başkent Medine’yi Irak’taki Kûfe kentine taşıdı ise de Muaviye ile olan iktidar kavgası sırasında namaz kılarken şehit edilmiş, çıkan olaylarla İslâm dininde oluşan ayrılıkçılık, zamanımıza kadar gelmiştir. (ABD işgalindeki Irak’ta, yönetim boşluğu ile su yüzüne çıkan Şiî - Sünnî çatışmalarına tanık oluyoruz. Keza yurdumuzda da tüm demokrasi çabalarımıza rağmen Sünnî – Alevî ayrımcılıkları sürüyor.)
Bu yazı serisinin I. ve ilk tanıtım bölümünde Arapların kendilerine özel mimarlıklarının bulunmadığını, fetihlerle ele geçirdikleri kentlerdeki binaları camiye çevirerek kullandıklarını, yeni inşaatlarını mahalli mimar, usta ve kalfalara yaptırdıklarını anlatmıştım. Daha VI. Yüzyılın başında İstanbul’da inşa edilmiş Ayasofya gibi dünya çapında bir mimarlık şaheseri, Suriye’de, Antakya, Urfa (Edessa) gibi önemli Hıristiyanlık merkezlerinde Bizans üslûbu ile yapılmış kiliseler, İran ve Irak’ta dört yüzyıldan fazla hüküm süren Sasanilere ait anıtlar, yeni düzendeki yeni Arap mimarlığını doğuran etkenler olmuştur. Mezopotamya’da ve Horasan’da gelişmiş tuğla ve sırlı tuğla inşaat teknolojisi, kubbe, tonoz gibi örtü elemanlarının inşasını kolaylaştırmıştır. Bütün bu mimarlık üslûpları ve inşaat elemanları, İslâm’ın sosyolojik ve kültürel özellikleri ile kaynaşmış, yeni bir Arap mimarlık üslûbunun gelişmesine ön ayak olmuşlardır. Sütunlu revak sistemlerinde, sütun başlıklarında, pencere, kapı elemanlarındaki ayrıntılarda, küresel veya soğan kubbelerde, at nalı veya sivri kemerlerde Bizans ve Sasani mimarlıklarının etkileri görülse de, mimarlık kurgusunda Arap orijinalliğini yakalayabilmişlerdir.
Dört halife döneminin Kubbe-tüs Sahra’daki mimarlık başarısından sonra, Emeviler döneminde daha da gelişen başarılı mimarlık eserlerine bundan sonraki yazımda değineceğim.
ENDÜLÜS DÖNEMİ
Kurtuba (Córdoba)'daki büyük cami
Endülüs (Arapça Al-Andalus), Avrupa’nın İber Yarımadası’nda 711-1492 yılları arasında Müslüman yönetimi ve etkisi altında bulunan bölgeye verilen isimdir. Emevilerin Kuzey Afrika’nın tümünü ele geçirdiklerini ve bölgeyi Müslümanlaştırdıklarını evvelki yazıda anlatmıştım. Kuzey Afrika’nın Emevi Valisi Musa bin Nusayr, Halife Velid’in emri ve desteği ile İber Yarımadası’nı işgal etmek üzere Berberi komutan Tarık bin Ziyad’ı görevlendirdi. O dönemde İber Yarımadası, başkenti Toledo olan Germen asıllı Vizigotlar’ın elinde idi. Emevi donanması, Tarık bin Ziyad’ın emrindeki askerleri ile bu günkü adı ile Cebel-i Tarık Boğazı’nın karşı yakasına çıkarma yaptı. Tarık, askerin olası bir ricatini önlemek ve onların geri dönüş umutlarını kırmak üzere tüm donanmayı yaktırdı. ‘Gemileri yakmak’ deyimi bu gün de kullanılan bir mesel (ibretlik) olmuştur. Arap ordusu 7 yıl içinde Pireneler’e kadar yayıldı. 711’den 750 yılına kadar Emevilerin, 750’den 756 yılına kadar Abbasilerin atadıkları valiler ülkeyi yönetti. Emevi halifesi Hişam’ın torunu Abdurrahman bin Muaviye, Abbasi iktidarı zulmünden Endülüs’e kaçarak kendisini Emir ilan etti (756) ve Kurtuba’yı (Cordoba) başkent yaptı.
Kurtuba, zamanla Bağdat ve Kahire’den sonra Arap dünyasının üçüncü önemli kenti haline geldi. Endülüs, şehircilik ve mimarlık sanatında önemli ilerlemelere tanık oldu. Endülüs mimarlığı Vizigot (Germen) ve Roma mimarlığının etkisi içinde gelişme gösterdi. Bu etki içinde yapılan eserlerde, Ömer Camii mimarlık mirasının ve de Bizans mozaik sanatının da önemli yeri vardı. 786’da inşasına başlanan Kurtuba Büyük Camii, Şam’daki Ümeyye Camii’ne benzerlik gösterir. Bu camide de Hıristiyan etkili T plan uygulanmıştır. 178 x 125 metre ebadı ile en büyük camiler arasındadır. Muhteşem giriş avlusu ve iç mekânda adeta bir ormanı anımsatacak kadar sütun kalabalığı şaşırtıcıdır. Bu sütunlar da karakterleri itibariyle toplama sütunlardır. Ancak sütunların kısa boyları ile yetinilmemiş, başlıklar üzerine eklenen kâgir direklerle tavan yüksekliği sağlanmıştır. Bu direkler üzerinde Roma etkili yarım daire taş kemerlerle beraber Horasan etkili at nalı daire kemerler örülmüş, siyah-beyaz taşlarla arabesk özellik kazandırılmıştır. Bu camide ilginç olan diğer bir fantezi, bir açıklık üzerindeki kemerde üç yarım daireli, yine bazı kemerlerde beş yarım daireli kemerlerin kullanılmış olmasıdır. Bu bir Arap üslûbudur. Mihrap, çok önem kazanmış, nervürlü ve süslemeli kubbe ile örtülmüştür. Cami, zaman içinde yapılan eklerle tamamlanmış, son şeklini 987 yılında almıştır. Minare, ekseri Arap camilerinde olduğu gibi kare planlıdır. Ben camiyi gezdim. Cami, şimdi müze hüviyetindedir. Daha sonra, Katolik krallarca kilise işlevine göre birçok yerinin değiştirildiği ifade edilmesine karşın iç mekân ve avluda ayrı yükselen kare planlı minare etkileyici idi.
Emir III. Abdurrahman (912-961), 929 yılında halifeliğini ilan etti. Bundan sonraki emirler, halife olarak anılmaya başladı. Halife II. Hakem (961-976), Kurtuba kütüphanesinde 40 bin kitap toplamıştı. Kitaplar arasında antik Yunan eserleri dahi bulunuyordu. Bu ortamda, tıp, matematik, felsefe ve astroloji dallarında birçok kitap ve bu kitapları tetebbu eden ve yeni eserler üreten birçok düşünür yetişmiştir.
ENDÜLÜSTE TAVAİF-İ MÜLUK DÖNEMİ (1031-1090)
El-Hamra sarayı bahçesi
1031 yılına gelindiğinde halifenin otoritesi sarsıldı. Ülke 20’den fazla emirliklere bölündü. Bu emirliklere Arapça Tavaif-i Müluk Dönemi (Türkçe Beylikler Dönemi) ismi verilir. Bu emirlikler, ülkelerini müşterek düşmanları olması gereken Hıristiyan devletine karşı korunacaklarına birbirlerine düşmüşler, her biri diğer emirlere karşı can düşmanı kesilmiş, hatta Hıristiyan kralları ile iş birliği içinde birbirleri ile savaşa girişmişlerdir. Bu karmaşa ortamında, 1085 yılında önemli İslâm kenti Tuleytule (Toledo), Kastilya Kralı IV. Alfons tarafından işgal edilmiştir. Sadece 1086’da İşbiliyye (Sevilla) Meliki, diğer 13 Endülüs meliki ile iş birliği yaparak ve de Kuzey Afrika’daki Murabitler’den yardım alarak ‘Zeleka Savaşı’nda Hıristiyan ordusuna karşı üstünlük sağlayabilmiştir. Böyle bir ortamda sanat, kültür ve mimarlıktan bahsetmenin anlamı yoktur.
ENDÜLÜS'TE MURABITLAR (1090-1147) ve MUVAHHİDLER (1147-1248) DÖNEMİ
İşbiliyye Meliki’ne yardıma gelen Kuzey Afrika, Fas kökenli Murabitler ordusundan önemli birlikler, tarih boyunca birçok ülkede görüldüğü gibi, ülkelerine geri dönmediler. Yönetime hâkim oldular. Murabitler’den sonra, yine Fas kökenli Muvahhidler, bir kısım Endülüs emirliklerine hâkim oldular. Bu yılların önemli mimarlık eserlerinden İşbiliyye (Sevilla) Büyük Camii (1195-1197), İşbiliyye Giralda Camii (1195) ve İşbiliyye Kasrı (1200) sayılabilir. Bu kasır Sevilla’ya hâkim olan ‘Zalim Pierre’ tarafından 1353’te restore edilmiş ise de eser orijinal mimarlık üslûbunu kaybetmiştir.
GIRNATA SULTANLIĞI (1232-1492)
1232’de Beni Ahmer, Gırnata (Granada) Emirliğini kurdu. Beni Ahmer, 1236’da Kastilya Kralı ile anlaşarak beraberce Beni Hud Beyliği’ne karşı savaşa girişti. Savaşın sonunda Kurtuba (Cordoba), Hıristiyanların eline geçmiş oldu. Gırnata Emirliği Hıristiyan devletle dostluk politikası yürütüyordu. Bu destekle Emirlik, ‘Gırnata Sultanlığı’ unvanı ile anılmaya başladı.
Gırnata’da görülen çağın ötesindeki uygarlığa Yahudilerin de büyük katkıları vardır. 1348 yılı, Arap dünyasının medar-ı iftiharı olduğu kadar, tüm sanat dünyasının da en önemli eserlerinden biri olan Al-Hamra (Elhamra) Sarayı’nın yapıldığı yıldır. Batı Araplarının yarattığı bu mimarlık şaheseri, büyük bir komplekstir. Sarayı bir gün boyunca gezmekle bitiremezsiniz. Kitle kompozisyonu, avlu ve hollerin oranları, avluda yaratılan iç perspektifler muhteşemdir. Mimar olmayanları cezbeden ise harikulade sanatkârlıkla vücuda getirilmiş dekorasyonudur. Hemen her yerinde rastlanan alçı malakârî elemanlar, altın yaldız ve göz alıcı renklerle süslenmiştir. Artık sütun başlıklarında yabancı (kompozit) oymalara rastlanmıyor. Sütun başlıklarında, pandantiflerde (yuvarlak kubbe kasnağının, dik açılı köşe duvarına intibakını sağlayan sistem), kapı ve pencere üstlerinde stalaktit motiflere rastlanıyor. Stalaktit deyimi, sanat tarihinde, mağaralardaki sarkıtlardan mülhem olarak kullanılıyor. Stalaktit, 7 adet prizma elemanının kompozisyonu ile teşkil edilen, üçgen, dikdörtgen yüzeyleri içeren üç boyutlu elemandır. Duvar elemanlarında kullanılan ‘arabesk’, bir çınar yaprağı veya bir nar, bir diğer meyve, merkezi motif olarak alınıp, çevresinde yuvarlak çizimlerle oluşturulur. Yine birçok yerde kullanılan Zincirek (Arapça müşebbek’ten ve de şebeke’den gelir. Biz girift diyebiliriz.) motifler, birbirine sarılmış dallar ve çiçeklerden oluşan bir çizimdir. Geometrik poligon ve baklava şekli de çok kullanılan motiflerdendir. Arap elifbası ve yazısı da dekorasyona çok uygun motifler verir. Bütün bu dekorasyon elemanlarında çok ince hesaplarla başarıya ulaşılabilmiştir.
Elhamra Sarayı’nın büyük dikdörtgen havuzunu ve havuzun arkasında görünen fevkalade mimarlık orantıları içeren bina cephesinin fotoğrafını umarım ki hepiniz görmüşsünüzdür. Bir de ‘Aslanlı Avlu’ vardır ki portakal ve servi ağaçlarının arasındaki su oyunları ile beraber ortadaki yuvarlak havuz ve havuz etrafına dizilmiş aslan heykelleri görülmeye değer. Bu aslan heykellerinin ilginç yanı şudur: Bu havuz bir saattir. 12 adet aslan heykelinin ağzından havuza fışkıran sular, size saatin kaç olduğunu söyler. Örneğin saat birde bir aslanın, ikide iki aslanın, on ikide on iki aslanın ağzından sular fışkırır. Müteveffa meslektaşım, mimar ve ressam Bülent Çetinor’la sarayı gezerken bana sistemin nasıl çalıştığını anlatmıştı. Basit bir anlatımla, içeride bir mahaldeki düzenekten ve yer çekimi kanunu ile sular aslanların ağzına tevzi ediliyor.
Keza İşbiliyye’deki (Sevilla) Al-Kasr (Alkazar Sarayı) (1353-1361) da Batı İslâm mimarlığının en güzel örneklerinden biridir. Bu sarayda da Elhamra Sarayı’nda anlattığım üslûp ve muhteşem dekorasyon ayrıntıları mevcuttur.
Gırnata, Beylikler arasındaki çekişmeler sonunda, artık çevresi Hıristiyan Devletle çevrilmiş bir ada hüviyetinde idi. 1469’da hanedan dejenere oldu. Muhammed bin Ebu Hasan, babasını tahttan indirdi ise de taraftar çarpışmaları sonucu baba tekrar tahta geçti. Muhammed, Kral Ferdinand’a sığındı ve 1486’da Ferdinand ordusunun komutanı oldu. Bu ordu Gırnata’yı kuşattı. Kent yağmalandı, binlerce Müslüman öldürüldü. Muhammed Gırnata Sultanı oldu ama Kral Ferdinand, Sultana yar olmamış, Muhammed’i kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştı. 1490’dan sonraki iki yıllık İspanyol kuşatmasından sonra Muhammed Kral Ferdinand’a teslim oldu. Böylece 1492’de Gırnata Sultanlığı sona erdi. Tüm Yarımada’da Müslüman avı başladı. Mısır Kölemenlerinden ve Osmanlılardan istenen yardımlar sonuçsuz kaldı. Müslümanlardan tanassur edenler oldu; Kuzey Afrika’ya göç edenler kurtuldu; kalanlar öldürüldü. 1499’da Yarımada’da artık hiç Müslüman kalmamıştı.
Katolik dünyası bağnaz bir yolda ilerliyordu. Bu arada İspanya, denizcilik ve deniz ticareti ile ekonomisini geliştirdi. Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabella, Ümit burnunu aşmak yerine, küresel dünyada batıya giderek Hindistan’a ulaşmak amacı ile Kristof Kolomb’u finanse ettiler. Amerika’ya ulaşıldı (1492). Artık Avrupa’da yeni bir dünya ortaya çıkıyordu.
KUZEY AFRİKA EMİRLİKLERİ
VII. - IX. Yüzyıllar arasında Kuzey Afrika’nın Berberî halkı, Dört Halife ve Emevi Halifeleri Dönemlerinde yapılan fetihlerle İslâmlaşmış, Arap dil ve kültürünü benimsemişlerdi. Zaman içinde, yaptıkları mimarlık eserlerinde, Arap mimarlık üslûbuna daha değişik karakterler ekleyerek kendilerini kabul ettirdiler. Fetihlerden sonra atanan valilerin yerine geçen yerel liderler, bağımsızlıklarını ilan ederek Kuzey Afrika Emirliklerini kurdular. Emirler, Fas’tan başlayarak Cezayir ve Tunus’a kadar olan bölgeye hâkim oldular. Abbasi Halifeleri döneminde (750-1258) ve sonrasında, kendi bölgelerinde hüküm süren bu ‘Emir’ler, Bağdat’taki halifeye dinen bağlılık gösteren ve Endülüs Emevileri (756-1492) ile sıkı ilişkiler sürdüren bağımsız politikalar izlediler.
AGAİBİLER DÖNEMİ (800-969)
Aglebî Emiri Ukbe bin Nâfi, Kuzey Afrika kıyıları boyunca ve Atlantik Okyanusu’na kadar hükmeden donanmaya sahipti. Tunus’ta Kayrevan kentini kurdu. Kent, Tunus sahilindeki Sus ve Kartaca’ya yakın ve kıyıdan içeride idi. Yeni kentinde kendi adına yaptırdığı Kayrevan Seyd-i Ukbe Camii (836-875), geniş avlusu, doğu ve batısındaki sütunlu revakları, güney yönündeki geniş kanatları ile T harfi şeklinde planlanmıştı. Aslında, T harfi planlar, Hıristiyan bazilikalarında görülür. T tipi kiliseler, dikdörtgen ibadet holü ve yan nefleri ile ana nef sonundaki abartılı mihrabın sağ ve solunda şapel görevi gören kollardan oluşur. Bu plan bir anlamda da ‘Lâtin Haçı’nı çağrıştırır. İslâm akidesine göre ise, camide saf halinde namaz kılabilmek için yatık dikdörtgen salon gerekir. Dikdörtgenin uzun kenarında kıbleye yönelmiş küçük bir mihrap vardır. T tipi camileri muhtemeldir ki Hıristiyan asıllı mimar, usta ve kalfalar yapmakta idiler. Bu gibi camilerde T’nin yatay çizgisinin namaz saflarına, düşey çizgisinin alt kısmı ise son cemaate hizmet etmiş olsa gerektir.
Kayrevan Camii’nin iç mekânında, X ve Y koordinat akslarında gelişmiş, adeta bir sütun ormanı görülür. Sütunlar üzerindeki yarım daire (tam) kemerler, düz damı taşımaktadır. Bol sütunlu bu tip ulu cami inşaatlarında henüz geniş açıklıkları örtecek teknoloji bilinmediğinden tavan açıklıkları çok sık dikilen sütunlarla geçilebilmiş ve kapatılabilmiştir. Bu caminin sadece mihrabının üzerinde bir küçük kubbe bulunmaktadır. Caminin enteriyör fotoğrafından anladığıma göre mermer sütunların ve Arap mimarlık üslûbuna yabancı kompozit sütun başlıklarının, eski pagan tapınaklarından derlenmiş olduğu izlenimi edinilmektedir. Dört köşe (kare planlı) minaresi Arap mimarlık üslûbunun tipik tekrarıdır. Bu cami üzerinde bu kadar çok durmamın nedeni, Kuzey Afrika uygarlığının ilk mimarlık örneği olduğu içindir.
Tunus içinde inşa edilen Cami-i Kebir (Büyük Cami) (856-863), Kayrevan Seyd-i Ukbe Camii’nin açmış olduğu mimarlık üslûbu çığırının devamı hüviyetindedir.
1-MERYEM SURESİ 96.AYET
İMAN EDİP,SALİH AMEL İŞLEYENLER VAR YA , RAHMAN OLAN ALLAH ONLARI SEVDİRECEKTİR (gönüllere)
2-KEHF SURESİ 6.AYET
(EY MUHAMED) DEMEK ONLAR,BU SÖZE (kitaba) İNANMAZLARSA, ONLARIN PEŞİNDE ÜZÜLE ÜZÜLE KENDİNİ HELAK EDECEKSİN !
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR
YAPILAN İŞLER NİYETLERE GÖRE DEĞERLENİR.HERKES YAPTIĞI İŞİN KARŞILIĞINI NİYETİNE GÖRE ALIR. KİMİN NİYETİ ALLAHA VE RESULUNE VARMAK, ONLARA HİCRET ETMEKSE,ELİNE GEÇECEK SEVAP ,ALLAH VE RESULUNE HİCRET SEVABIDIR.KİMDE ELDE EDECEĞİ BİR DÜNYALIĞA VEYA EVLENECEĞİ BİR KADINA KAVUŞMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞSA ,ONUN HİCRETİ DE HİCRET ETTİĞİ ŞEYE GÖRE DEĞERLENİR.
İBADETE DEVAM..
ÂİŞE RADIYALLAHU ANHA ŞÖYLE DEDİ:
RESULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM
AĞRI, SANCI VEYA BENZER BİR SEBEPLE GECE NAMAZINI GEÇİRİRSE,BİR SONRAKİ GÜNÜN GÜNDÜZÜNDE ON İKİ REKAT NAMAZ KILARDI.